Bir günahı işlediğin zaman aldığın zevk

Bir günahı işlediğin zaman aldığın zevk o günahtan daha kötüdür. Seyyid Abdurrahman Kutb-ul Arvasi (kuddise sirruhu)

Allahu Teala tektir ve teki sever

İmamı Rabbani kuddise sirruhu bir gün bir talebesine bahçeden bir kaç karanfil getirmesini emir buyurdular.O da altı tane karanfil alıp getirdi.Azarladılar ve:”Bizim sofimiz şu kadarını da mı duymamıştır ki,<<Allahu Teala tektir ve teki sever>>.Tek’e riayet ve dikkat müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar.Müstehab,Allahu Teala’nın sevdiği şeydir. Biz müstehaba o kadar riayet ederiz ki yüzümüzü yıkarken suyu önce sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehabdır.”

‪Kalp ehli velilerin birbirlerini inkar etmeleri

‪Kalp ehli velilerin birbirlerini inkar etmeleri gerçek manada bir inkar olmayıp benimsemiş oldukları yolu ve mesleklerini takviye etmek için bir gayretten ibarettir.O halde mürid,veliler arasındaki bu hadiseler sebebiyle diğer veliye öfke ile bakmamalıdır.

(Gavs Seyyid Sıbğatullah Arvasi‬ kuddise sirruhu)

AYNA

“Niçin kendini frenk kafirinden daha aşağı görmeyenin Allahu tealayı tanıması haramdır.”
Buyurdular?
Bunu açıklayayım istedim arkadaşlara.
Allahu tealadan evliyâullaha gelen vâridler, vâridatlar iki çeşittir.
Birisi; vücud cihetinden vâridat, birisi; adem, vücudun tersi cihetinden gelen vâridat.
Vücud; Allahu tealanın rahmetinin aynası. Onun için, vücud aynasında gördükleri hep hayrdır, kemâldir, hüsndür, cemâldir. Vücud aynasında...
Zâtıyla alakalı sıfatlar. Bunlar, O’nun vücud aynasında görülür.
Ama vücud aynasında görülenlerin; hep güzel, hep hayırlı olduğunu anlamak için birde adem aynasında bunların tersleri görünüyor.
Vücudda olan güzellikler, hayırlar adem aynasına aksedince, tersleri aksediyor. Yokluk aynasında, bu yok olması icab edenler aksediyor.
Diyelim ki, burdaki bir işi başka bir aynaya karanlık olarak aksediyor. Orda karanlık oluyor. Orası kararıyor yani.
İnsan aslı ademden olduğu içün ve Allahu teala, ona vücuddan da bir şua, bir parıltı verdiği içün, hep hayvan gibi canlı, diğerleri gibi ademde kalmadı insan. Vücud tarafından da nasibi vardır. Olabilir yani. “vardır” derken “olabilir” demektir.
O zaman, bu gelen vâridat; eğer adem cihetinden, adem aynasından geliyorsa, insan kendini hep o hayrın tersi şerr, kemâlin tersi nakıs, cemâlin tersi çirkin... Hep böyle bulacak, kendini. Hiç, o vâridat geldiği zaman, hiçbir zaman kendinde bir hayr bulmayacak.
O zaman frenk kâfirinden hiçbir farkı kalmaz, efendim. O da aynıdır, o da aynıdır, aynada.
Belki, bu iyi taraftan gittiği içün daha da kötüdür.
Dolayısıyle, o zaman da eğer denirse ki “ben yirmi senedir, otuz senedir hep sol tarafımdaki meleği yazar görüyorum, hiç sağ tarafımdaki melek yazmaz, benim hiçbir hayrım yoktur” derse birisi , ona şaşmamalı.
Ama, bir başka zaman bu vâridat, bu sefer vücud sıfatından aksederse, vücud aynasından aksederse, o zaman da aynı zât ne der?
“Ben sol omuzumdaki meleği görmüyorum, sol omuzumda melek yok, yazı yazan melek kalmadı”
Bunu birisi, birgün erken kemâle geldiği zamandada söylemiş değil. Bu, vâridat-ı ilâhînin gelmesi ile alakalı bir şey.
Yani, vâridat kapı cinsindense; insan içi daralır, sıkılır, üzülür, hiçbir şey düşünemez, hiçbir iyilik düşünemez . Ama, bir geniş hale geldiği zaman, bast hâli olduğu zaman, havalarda uçar.
Bunlar haldir, ilm ve makam değillerdir.
Onun içün, o kimse kendini frenk kâfirinden aşağı da görebilir, beşki en yüksek mertebede de görebilir.
“Benim hiç solum kalmadı, hep sağ oldum”
der.
Peygamberimiz ne buyuruyordu hadîs-i şerîfde?
“Rabbimin iki eli de sağdadır”
Allahu tealanın sıfatlarıyle o anda sıfatlanmış oluyor. O, iyi vâridat, vücudla alakalı vâridat geldiği zaman.
Ama, ademle alakalı vâridat geldiği zaman da...
Ademin gereği ne idi?
Eksiklikdi, kusurdu, yoklukdu, olmamaklıkdı, bu olmasa daha iyiydi...
Yani, Ebûbekir-i’ssıddîk hazretlerinin;
“Keşke bir kuş olsaydım”
Hazret-i Ömer’in (radıyallahu anh);
“Keşke Ömer’i anası doğurmasaydı”
Hep o hallerle alakalı.
Ha, Cennetle müjdelenmiş eshab-ı kiram bunlar. Ama, o anda o vâridat içindeler. O anda kendilerine, yukardan öyle bir vâridat geliyor ki o vâridatın içinde kenfini buluyor, başka düşünemiyor.
Yoksa, belki aynı haber, Ebûbekir-i’ssıddîk hazretleri en ufacık şey içün başka devletlere harb açardı.
O zaman, kişinin kendisinin karşısında durduğu ayna mühim.
Bu aynaya biz VÂRİDAT diyoruz. Büyüklerimiz vâridat diyorlar.
Vücudla alakalı ise kemâl tarafı, ademle alakalı ise nakıs tarafı, kötü tarafı.
O zaman kötü tarafın;
“Keşke ben hiç olmasaydım”
“... Allahu tealayı tanımak ona haramdır”
demesinin sebebi o.
O hali bilmeyen kimse Allahu tealayı nasıl bilecekler, nasıl tanıyacaklar?
Biraz anlaşıldı değil mi efendim?
Çok arkadaşlar zaman zaman sual ediyorlardı. Bugün aklıma geldi biraz cevablandıralım istedik.
Büyüklere göre cevabı bu olduğunu bilsinler, başka şey düşünmesinler.

(Süleyman Kuku rahmetullahi aleyh)

İstanbul'da zelzele az olur

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin torunu olan Seyyid Taha Üçışık amcamız dedesinden naklediyor. Efendi babam Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruh buyuruyor: "İstanbul'da zelzele az olur.Olsa da hasarı az olur."
Not: Yukarıdaki fotoğraf Seyyid Taha Üçışık amcamızın facebookta ki paylaşımının ekran görüntüsüdür.

Kedi sevmek imandandır

Efendimiz salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:”Kedi sevmek imandandır.”Sahabe-i kiram hikmetini sorduklarında efendimiz salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Bunu sadece Ebu Hureyre anlar.”

Not: Sahabe-i kirâmın büyüklerinden olan Ebû Hureyre hazretlerinin künyesi olan "Ebû Hureyre", "kedicik babası" demektir. 

Kedicik babası
Ebû Hüreyre hazretleri bir gün kaftanının içinde küçük bir kedi taşıyordu. Resûlullah efendimiz onu gördü. Buyurdu ki:

- Nedir bu?
- Kedicik.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ona;
- Yâ Ebâ Hüreyre, [ya’nî, Ey kedicik babası] buyurdu.

Ebû Hüreyre bundan sonra bu isimle meşhûr olup, esas ismi unutuldu...

Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretleri

Seyyid Ahmet Arvasi hocamızın büyük ceddi Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretleri Doğubeyazıd/Ağrı’da medfundur. Çıldıroğullarından İshak Beyin daveti üzerine oraya yerleşmiş gerek irşad gerekse Ehli Sünnet itikadının neşrinde büyük hizmetler yapmıştır. Bir gün sohbet halkasında Şii bir ahundun“ Ne okuyorsunuz?” sualine “Mesnevi”cevabı verildiğinde, ahund Mevlana’yı ve Mesneviyi tahkir edici bir maksatla dinlemeye değmez anlamında “ Meşnevi” dedi. Abdurrahim Arvasi (h.z)Mesneviyi rastgele açmış çıkan ilk beyti İranlı ahunda okutmuştur.
“Mesnevi ra meşnevi mehan
Ey seg-i gürgin bed kerdei”
(Mesneviyi meşnevi diye okuma ey uyuz köpek! Kötü bir iş yaptın) beytini gayrı ihtiyari okuyan ahund ve meclistekiler dehşete düşmüştür. Bilahare Mesnevide bu beytin bulunması için ne kadar çaba sarfedilmiş ise de bu beyte tesadüf edilememiştir. Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretlerinin kabri Ahmed-i Hani türbesinin giriş kapısına yakın bir yerdedir.

ŞANSLI / ŞANSSIZ

Buyruldu ki;
"Biz bir bakıma şanslıyız, bir bakıma şanssızız, efendim.
Şanssız olduğumuz taraf; Asr'-ı se'âdetten, tâbiîn, tebe-i tâbiîn zamanlarından, İslâmın parlak olduğu zamanların hepsinden uzak olmamız. Hep bunlar bizim aleyhimize.
Şanslı olduğumuz taraf var. Bütün bunlara rağmen, o büyükleri seviyoruz, onların bütün çalışmalarını haklı, yerinde İslâma hizmet olarak görüyoruz. Bu da elhamdulillah, bu kadar uzun zaman sonra bize nasîb olandır. Bu kadar yıllardan sonra, bu bizim insanlarımıza, nasîb olan bir meziyyettir, efendim. herkeste bu yok."
(Sohbetlerden bir katre)

Aşık ve Maşuk

- Bir gün, Hazret-i İmâm'ın (İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh) iyi talebelerinden biri:

- Bir kitâbda gördüm. Gavsi Rabbâni Şeyh Ebulhasen-i Harkânî (kuddise sirruh) buyurdu ki:

- Her şeyde rahmet vardır. Fakat aşkta rahmet ve merhamet yoktur. Çünkü aşkta hem öldürüyorlar, hem de öldürmenin diyetini istiyorlar.  Bunun manâsı nedir Efendim? diye sordu. Hazret-i İmâm,yataklarında yaslanıyorlardı. Bu sözü duyunca, ızdırabla yataklarından indiler.

Bir müddet murâkabede oturup, sonra orada bulunanlara yüzlerini döndüler. Bu arada, bu âvâre kalbli çaresize hitâb edip, şöyle buyurdular:

Bu söz,ârifin ayn ve eserinin zevâlinden haber veriyor. O hâlin sâhibi,maşuktan dâima rahmet içinde rahmet gördüğü halde, bu şekilde söylüyor. Bu zavallı âşık,bekaya ve maşuka kavuşmak hararetinin,ateşinin çokluğundan,bunları rahmet bilmiyor. Çünkü, muhabbetin öldürdüğünün maşuktan uzak olduğu an maşukun ismini ve mahbûbun makamını duyması bile, onun için rahmettir. Ama o, rahmeti maşuku görmekte biliyor. Rahmet, olmadan önce kurbu rahmet biliyordu, fakat mahbûbun merhametiyle,uzaktan yakına gelince, o yakınlığı merhametsizlik bilip,merhameti maşuku müşâhedede bildi.

Maşukun merhametiyle, müşâhede makamına erişince, ateşi ve harareti, bunu da merhametsizlik bildirip, merhameti, maşukla sarmaş dolaş olmakta bildi. Yine mahbûbun merhameti ile mahbûbla sarmaş dolaş olunca, ateşi ve bitmeyen harareti,bunu da merhametsizlik bildirip, merhameti maşukun aynı olmakta bildi. Maşukun merhameti ile bu da olursa,bu, bir olma ve aynı olmada, diğer mertebeler daha bilip,merhameti onlara kavuşmakta görür. Kendisinde olanı şevkin ve arzunun çokluğundan merhametsizlik biliyor. "Öldürdüklerinden diyet isterler", sözüne gelince, o kendi bilmesiyle,kendini tamamen öldürülmüş buldu ve eserden kalmış olanları yok etme hususundaki soruları, diyet olarak anlıyor. Söylediklerinin hepsini hayretle söylüyor. Fakat her mertebedeki ölümünün, tamam olmadığını, vücûdunda hayattan canlılıktan az bir şey kaldığını bilmiyor. İkinci defa, o kalmış olan azıcık hayatı da sona erdirdikten, öldürdükten sonra, öldürenin nazarında çok daha az ve ince bir hayatın kalmış olduğunu düşünüp, onu da tamamen yok etmeğe uğraşıyor. Burada,öldürenin, ölenden diyet istemesi, ölenin kendisini tamamen öldürene ısmarlaması, teslim etmesi olup, kıl ucu kadar,kendisinde olma hâli görülünce, öldürenin diyet cezasını hatırlatması demektir. Tamamen böyle olduğundan, ne gördüğünden, ne verdiğinden, ne söyleyeyim,nasıl söyleyeyim?

Mısra:

"Kalem buraya geldi ve ucu kırıldı."

Bu ma'nidâr söz üzerine.

- Öldürürler ve ölenden diyet isterler. Yanî ayn ve eserin zevali olan fenâ ile öldürürler ve bununla beraber, kulluk vazifelerini ve şeriatın vazifelerini yine isterler,buyurdular.

Kaynak: Berekât [Zübde-tül Makâmât]
Sahife no: 255-256
Müellif: Muhammed Hâşim Kişmî
Tercüme: Süleyman Kuku  [A. Farûk Meyân]

Maşukların Aşkı ve Âşıkların Aşkı

BEREKET 1

-Hoş ve tatlı bir gecede Mevlânâ'nın (kuddise sirruh) şu iki beytini okudular:

Ma'şuk olanın aşkı örtülü ve gizlidir;
Âşık olanın aşkı,davullu zurnalıdır
Lâkin âşıkın aşkı tenleri eritiyor
Ma'şûkun aşkı ise,hoş ve semiz ediyor.

Bunun üzerine şöyle buyurdular ( İmâm-ı Rabbânî hazretleri ) :

-Maşukların aşkı,yüksek mertebeler itibariyle,âşıkların aşkından,çok ayrıdır. Zira maşukların aşkı,âşıkın zâtınadır. Sıfâtlarından hiçbiri arada yoktur. Âşıkın aşkında ise,maşukun sıfâtları vardır. Âşıkı ancak aşk istilâsının tasarrufunun devamı, maşukun sıfâtlarından  maşukun zâtına götürebilir. Ancak o zaman,âşıkın muhabbbeti,zâti olur ve maşukun âşıka  muhabbeti daha aşağı görünür.

Son zamanlarda Mecnûn Amirîden nakledilenler buna benzer. Yoksa başlangıçta ve ortada âşıkın aşkı,maşukun sıfâtlarına muntazırdır. Yanaktaki sabahata (güzelliğe) endamdaki edaya,tebessümdeki melâhata (manevi ve manalı güzelliğe), sözlerdeki letafete, göz ucundaki naza,yay gibi olan kaşa,zülfün büklüm ve kıvrımlarına ve buna benzer sıfâtlara bakar. Ama maşukun âşıka olan aşkında bunlardan hiç biri bulunmaz.Sonra yine buyurdular: Sıfâtlara olan aşkta rahatsızlık ve değişme zaruridir. Bunun için âşıkın aşkı davullu zurnalıdır.

Zâtın aşkı ise huzur ve temkini icâbettirir. Âşıkın zayıf,maşukun toplu ve şişman olmasının sebebleri, âşıktaki huzursuzluk ve maşuktaki huzurdur. Maşukların aşkının gizli ve örtülü olması da muhabbet-i zâtiyeyi göstermektedir. Çünkü zat,sıfâtlardan ve buna benzerlerden daha gizlidir.

Bu fakîr arzettim ki (Muhammed Hâşim Kişmî hazretleri), maşukun âşığa olan aşkı,maşukun melhuzu (hatıra gelmesi) olacaktır. Çünkü âşık, o mahbubdan değildir ve ona tutkundur. Buyurdular ki, bu mülâhazalar da yok görünüyor ve maşukun muhabbeti hiç bir şeye benzemeyen, hiçbir şekilde, anlatılamayan tarzda görünüyor. Mübarek dillerinden işittiğim burada bitti.

Bu, O Hazret'in "Onları sever, onlar da onu sever" âyeti kerîmesinin rumuzuna, esrarına âid bir tabirleridir, açıklamalarıdır.

Anlayan anladı.

Kaynak: Berekât [Zübde-tül Makâmât]
Sahife no: 254-255
Müellif: Muhammed Hâşim Kişmî
Tercüme: Süleyman Kuku  [A. Farûk Meyân]

Şüphe yoktur ki imam Hüseyin radıyallahü teâlâ anh seyyid-i şühedâdır

Ne gibi hevâ ve hisse terbi olarak yazıldıkları ğayr-ı malûm olan bir takım tarihlerin yazdıkları ve şîaların zehab ve itikadı gibi Hazreti Hüseyin radıyallahü teâlâ anh susuzluk çekmiş, elem ve ızdırap his etmiş değildir. Filhal imam-ı Hüseyin radiyallahü anh ehlini ihata eden Yezid askeri tarafından Kerbelâ’da su yolları kesilmiş idi ise de nar-ı Nemrudu İbrahim aleynisselama gülistan kılan kudret-i yezdan şüphesizdir ki ân-ı şehadeti zülâl ve reyâhîn-i cinan ile iskâ ve ta’tîr etmiştir. Binaenaleyh imam-ı Hüseyin radiyallahü teâlâ anh susuzluk ve atş hissini duymamışlardır. Bilaks naîm ve şerâb-ı ahiretle şîrin mezak olarak revân-ı râkîyi tâir-i illiyyîn olmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e, Hazreti Muhammed sallalahü aleyhi ve selleme, kaza ve kader-i ilâhîye ve yevm-i ahirete iman edenlerin imam-ı Hüseyin radiyallahü teâlâ anh hazretlerinin azap ve elem-i atş ile muzdarip olarak şehit olduğuna zâhip olmaları ne doğrudur ne de layıktır. Çünkü Resulûllah sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem şüheda yara elem ve ızdırabını çekmez ve hissetmez buyurmuşlardır. Şüphe yoktur ki imam Hüseyin radiyallahü teâlâ anh seyyid-i şühedâdır. Ve hiç bir elem his etmemişlerdir.
(Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu)