SEYYİD EMİR KÜLÂL HAZRETLERİ

Evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen âlim ve velîlerin on dördüncüsüdür. Hazret-i Hüseyn’in soyundan olup, seyyiddir. Evliyanın meşhûrlarından Muhammed Baba Semmâsî’nin talebesi ve Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretlerinin hocasıdır. Buhârâ’nın Sûhârî kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1370 (H. 772) senesinde Sûhârî’de vefat etti. Kabri oradadır. Büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil olup, her ânını İslâmiyet’e uygun geçirirdi. Pek çok kimse sohbetinde ve derslerinde kemâle ulaşmıştır. Üstün hâllerini gösteren menkıbesi çoktur.


Annesi Emir Külâl’e hâmile iken, şüpheli bir lokma yese, karın ağrısına tutulur, o lokmayı midesinden geri çıkarmadıkça, ağrıdan kurtulamazdı. Bu hâl üç defa başına gelince, çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğunu anladı. Bundan sonra yediği lokmaların helâlden olmasına daha çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandı.


Babası Seyyid Hamza, Medine’den gelip, Buhârâ’nın Efşene köyüne yerleşmiş, sâlih bir zât idi. Zamanın en meşhûr evliyası Seyyid Ata, zamanın meşhûrlarından büyük bir cemâat ile birlikte Efşene köyünden geçerken, Seyyid Hamza ile tanışıp dost oldular. Seyyid Atâ’nın her ne zaman oraya yolu düşse, önce Seyyid Hamza’nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne uğramış ve Seyyid Hamza’nın yanına gelmişti. Bu gelişinde kendisine; “Ey kardeşim! Allahü teâlâ sana öyle bir evlât verecek ki, sânı pek yüce olacak. Cihan, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuğun doğduğu zaman, ismini Emîr Külâl koy” dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza’nın bir oğlu oldu. Seyyid Atâ’nın işareti üzerine, ismini “Emîr Külâl” koydu.


Emîr Külâl, henüz on beş yaşlarında iken güreşmeye heves etmiş ve bu işle meşgul olmaya başlamıştı. Bir gün güreş meydânına çıkıp dönerken, seyircilerden birinin kalbine; “Bu seyyid çocuk güreş ile meşgul oluyor, hâlbuki böyle bir hâlde bulunmak, kendisinin yüksek değerine ve seyyidlik şerefine uygun değildir” şeklinde bir düşünce gelir. Kalbine bu düşüncenin gelmesiyle oturduğu yerde uyur, rüyada; kıyametin koptuğunu ve kendisinin göğsüne kadar bir bataklığa batmış, çıkmaya da gücü yok olarak görür. Fakat, öteden Emîr Külâl hazretleri gelip, elleriyle onu pazusundan tutup, bataklıktan çıkarır. Uykudan uyanınca, güreşi bitiren Seyyid Emîr Külâl hazretleri, ona dönüp; “Senin rüyanda gördüğün gün için pehlivanlık ediyorum; senin gibi çamura ve bataklığa batmış olanları kuvvet ve himmetle kurtarırım” buyurdu. O zât da, hemen Emîr Külâl’in ellerine yapışıp tövbe istiğfar etti.


Yine gençlik yıllarında bir gün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamanın büyük âlim ve mürşid-i kâmili olan Muhammed Baba Semmâsî, tam güreş sırasında oradan geçiyordu. Durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; “Acaba bu işle meşgul olanları seyretmesinin sebebi nedir?” diye düşündüler. Muhammed Baba Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: “Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pek çok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyalık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum. Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl’in gözleri Muhammed Baba Semmâsî’ye takıldı. Görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Baba Semmâsî’nin elini öptü. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günâhlardan tövbe etti ve Muhammed Baba Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başladı. Hocasının sohbetinden ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devam etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî’den beş fersah (30 km. kadar) uzaktaki hocasının ikâmet ettiği Semmâs’a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının derslerinde ve sohbetlerinde kemâle ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin vefatından sonra, yerine geçip, irşada başladı, insanların İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasını, kalbin ve ruhun kötü huylardan arınmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.


Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn-i Buhârî, Emîr Kilân, oğlu Emîr Hamza ve Tîmûr Hân da, talebeleri arasındaydı. Bilhassa Bahâeddîn-i Buhârî, onun vasıtasıyla aldığı feyzleri yüz binlerce müslümanın gönlüne akıttı.


Bir gün Seyyid Emîr Külâl, talebeleriyle birlikte evliyanın meşhûrlarından Hayrûn Atâ’nın kabrini ziyarete gitmek için yola çıkmıştı. Yolun bir kısmını yürümüşlerdi ki, yolun ilerisinde heybetli bir aslan ortaya çıkıp, yolda durdu. Aslanı gören talebeler endişelenip, huzursuz olmaya başladılar. Emîr Külâl hazretleri hiç aldırmadı. Aslanın yanına yaklaşınca, yelesinden tutarak yoldan çekip kenara çıkardı. Talebeleri geçtiler. Aslan, Emîr Külâl hazretlerine yaklaşıp, başını yere koyarak, saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Sonra oradan uzaklaştılar. Bu hâli gören talebeleri; “Efendim, bu nasıl bir işdir?” diye suâl ettiler. Bunun üzerine hocaları; “Ey dostlarım, şunu biliniz ve dikkat ediniz ki, her kim gerçekten Allahü teâlâdan korkarsa, her şey ondan korkar, zarar vermez. Allah’dan korkmayan kimse, her şeyden korkar. Bir kimse, dâima Allahü teâlâdan korkar ve bu hâlde bulunursa, Allahü teâlâ ona korkutucu bir şeyi musallat etmez. Hattâ o kul Allah’tan korkduğu için her şey ondan korkup, çekinir” buyurdu.


Emîr Külâl, hocası Muhammed Baba. Semmâsî’nin yanında, Semmâs’da bulunduğu sırada, orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında anlaşmazlık çıkmıştı. İş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hâkime müracaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Baba Semmâsî’ye danışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin huzuruna gidip, durumu arzettiler. “Kırılan dişi verin” buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan Emîr Külâl’e kırık dişi verip; “Ey evlâdım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin” buyurdu. Emîr Külâl, kırık dişi alıp, evliyanın rûhâniyetini vesîle kılıp, Allahü teâlâya dua ederek, yerine koydu. Hemen o anda, duası bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.


Bir defasında Buhârâ’daki âlimler hep birlikte Emîr Külâl’i ziyarete karar verdiler. Aralarında; “Eğer Emîr Külâl gerçekten evliya ise, her birimize birer kızarmış kaz, hizmetçilerimize de ördek ikram eder” dediler. Aralarında bulunan Havend Şah da; “Kazı önüme koyduğu zaman, onu parçalayarak yemem için, bana bir de bıçak vermesini beklerim” dedi. Bu düşüncelerle, ziyaret için yola çıktılar. Bu sırada Emîr Külâl’in oğlu Seyyid Hamza, babasına pek çok kaz ve ördek getirdi. Babası dua edip; “Ey oğlum! Buhârâ’da bulunan meşhûr kimseler, bize gelmek üzeredir, hatırlarından geçen ve düşündükleri şeyler var. Sen, şimdi kazları ve ördekleri hemen pişir ve onları bekle” dedi. Nihayet misafirler, Emîr Külâl’in evine gelip oturdular. Bir müddet sonra Seyyid Hamza sofrayı kurup, gelenlerin akıllarından geçirdikleri gibi, önlerine pişmiş kaz ve ördekleri koydu. Bana bir de bıçak verilmesini isterim diye düşünen Havend Şâh’a da bir bıçak verdi. Yemeğe başladılar. Havend Şah, verilen bıçak ile kazı parçalayıp yiyordu. Bir ara, verilen bıçağı kullanırken elini kestirdi. Devamlı kan akıyor, bir türlü durmuyordu. Bu arada hemen Emîr Külâl içeriye girip, Havend Şâh’a; “Sakın bir daha dervişleri imtihan etmeye kalkışma” dedi. Sonra diğerlerine dönüp; “Siz bu kazları benim hazırladığımı zannetmeyin. Bunları size Emîr Hamza getirip, hazırladı. Siz onun mertebesine bakın. Bu yolun büyüklerinin âdeti şöyledir ki, her ne iyilik hâsıl olmuşsa, onu kendinden bilmezler” buyurdu. Bunun üzerine gelenler, böyle düşünerek gelmekle çok hatâ ettik dediler. Yaptıklarına pişman oldular. Emîr Külâl’in büyüklüğünü görerek, hayran olup onu sevdiler.


Emîr Külâl hazretleri; “Ölüm hastalığında iken, talebelerine şöyle vasiyet etti: “Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mü’min için bütün saadetlerin ve nimetlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır.” Yâni her müslüman erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şunlardır: 1-îmân ve îtikâd bilgileri, 2-Namazfa ilgili bilgiler, 3-Oruçla ilgili bilgiler, 4-Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler, 5-Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler, 6-Ana-baba hakkını öğrenmek. Allahü teâlânın kendisinden razı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Allahü teâlânın rızâsı, ana-babanın rızâsını kazanmakla elde edilir” buyurdu. Bu bakımdan, anne-babanın hakkını gözetmek mühimdir. 7-Sıla-i rahm (akrabayı ziyaret), 8-Komşu hakkını gözetmek, 9-Lâzım olan alışveriş bilgilerini öğrenmek, 10-Helâli ve haramları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur. Şiir:


Dünyâ talihleri, hep hırs ile mest oldular,

Para için, dâim kendilerini bozdular.

Hüdâya yaptıkları ahidleri bozdular,

Hepsi Mûsâ’ya (aleyhisselâm) düşman. Fir’avn’a dost oldular.


İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmeniz, Allahü teâlânın razı olduğu yolda yürümenize manî olan büyük bir engeldir. Dâima Allahü teâlâyı hatırlayıp, O’nu zikrediniz ki, dîninizi dünyâya değişmemiş olasınız. Her hâlde Allahü teâlâdan korkunuz, hiç bir ibâdet Allah korkusundan daha te’sirli değildir. Allahü teâlâdan korkan kimseden çekininiz. Allahü teâlâdan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.


Ey dostlarım, dâima Allahü teâlâyı zikrediniz. Allahü teâlâdan başka her şeyi bırakınız. La ilahe illallah Kelime-i tevhidini söylerken, La derken nefyediniz, Allahü teâlâdan başka hiç bir mâbûd olmadığını biliniz. İllallah derken, Allahü teâlânın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi pak ve arı su temizler. Gönlü de, Allahü teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnun olması temizler, ihlâs sahibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.


Biliniz ki, kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Helâl lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: “Bir kimse, hiç haram karıştırmadan; kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir.”


Tövbe ediniz. Tövbekar ve edebli olmak lâzımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatların başıdır. Tövbe, sâdece dil ile olmaz! Tövbe işlenen günâhlara kalbden pişmanlık ve bir daha günâhı işlemektir. Allahü teâlâdan dâima korkunuz. Kendi günâhlarınıza bakıp, tövbe ediniz. Başkaları sizden hoşnud olsun. Günâhlarınıza pişman olup, çok ağlayarak tövbe ediniz ki, gerçekten size tövbekar densin. Dünyâda iken günâhlara pişman olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâzımdır. İşte, bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânın rızâsını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefa göstermek, emânete ihanet etmemek, kendi kusurlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâima Allahü teâlâyı zikretmekle meşgul olmaktır. Hiç bir işe, Allahü teâlânın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, âhirette yaptığınız o işten dolayı, utanınayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.


Allahü teâlânın emirlerine itaat ediniz. Nerede olursanız olunuz, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun, karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terketmeyiniz.


Emr-i mâruf ve nehy-i münker yâni iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak vazifesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid’atlerden sakınınız. Âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları âteşten (Cehennem’den) koruyunuz ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır...” (Tahrim sûresi: 6) buyrulmuştur. Âhirette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız! Fudayl bin Iyâd’ın şöyle anlattığı rivayet edilir: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdüllâm’ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlıyordu. “Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?” diye sorduğumda; “Bir gün burada bir gühâh işleniyordu. Ona manî olmak istedim. Fakat olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyamet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum” cevâbını verdi. Yâ siz, her gün hem kendiniz, hem de başkaları için nice emr-i mârufu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir bakınız.


İşlerinizi, dinimizin emirlerine uygun olarak yapınız. Bir şey yapacağınız zaman, bakınız, dînin emirlerine uygun ise, onu kabul edip yapınız. Uymuyorsa, vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dînin emirlerine yapışmak ve Allahü teâlânın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür. İnsanlar ile arasındaki hududa, hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezayı bildiren nice âyet-i kerîme nazil olmuştur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlenirken, gezerken, yerken ve içerken, Allahü teâlâya ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz, işlerinizi kurtuluşunuza vesîle olacak şekilde yapınız. Helâl rızk kazanmak için çalışınız. Kâfi mikdârda kazanıp, israf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dînimizin emrine uygun olarak ortalama davranınız. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır” buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Uykunuz gelince biraz uyursanız, ibâdet ve tâat yapmak için dinlenmiş olursunuz. Fakat, Allahü teâlâyı zikretmeden uyumayınız. Resûlullah efendimiz; “Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır” buyurmuştur.


Oruç ile ilgili hususa gelince, oruç, senede bir aydır. Şu şartla ki, imsak vaktinden, akşam güneş batıncaya kadar orucu bozan şeylerden sakınmak, şartlarına uymaktır. Bunlardan başka, bir de oruçda uyulması gereken bâtınî şartlar vardır. Bunlar ise; gözü harama bakmaktan, kulağı haram olan şeyleri dinlemekten, eli harama uzatmaktan, ayağı harama gitmekten korumaktır. Orucun hakikati ise şunlardır: Kalbi hased, tama’, nifak, kin, ucbdan korumak, her zaman bunlardan uzak yaşamak ve bilhassa oruçlu iken bu kötü huylardan sakınmaktır.


Diğer bir husus da, zekâtı seve seve vermek ve şartlarına uymaktır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, zekâtını vermiyenin namazının, orucunun, haccının, cihâdının ve hiç bir tâatının kabul edilmiyeceğini bildirmiştir. Cimri kimse, Allahü teâlanın rahmetinden, insanların sevgisinden ve Cennet’ten uzak, Cehennem’e yakındır. Cömerd kimseler ise, Allahü teâlanın rahmetine, kulların sevgisine ve Cennet’e yakın, Cehennem’den uzaktır. Bizim yolumuz budur, dostlarımız bu vasiyete sarılsın. Bizim büyüklerimiz, talebelerine böyle buyurmuşlar ve maksada ulaşmışlardır. Ümîd ediyorum ki; Allahü teâlanın yardımı ile bizim dostlarımız da kavuşur.


Ey talebelerim! İnsanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; âhiret yolunu bırakıp, kötü dünyâya sarılmalarıdır. Âhiret saadetini istiyen kimse, doğru îtikâda sâhib olup, bid’at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şey’ler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allahü teâlanın rızâsını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allahü teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zât yaratır. Bu zâtın vesilesiyle herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Şöyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhiret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammed’in sallallahü aleyhi ve sellem yol göstericileri olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir” buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayım? Bu, kurtuluş vesilesidir. Resûluilah sallallahü aleyhi ve sellem; “Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez” buyurdu.


Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Sima’ yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sima’ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimsenin sima’ hâlinde olduğu anlaşılır.


Ruhsatlardan uzak durup, azimet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselerin işidir. Eğer bundan daha çok nasihat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasihat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifayet eder. Akıllıya bir işaret yetişir.


Emir Külâl hazretleri vasiyetini tamamladıktan sonra, oğlu Emir Hamza’yı yerine halîfe seçerek, bunu öteki oğulları ile talebelerine bildirdi. Perşembe günü sabaha doğru vefat etti.


ÇOK DUA ETTİ...


Seyyid Emir Külâl’in dörtbeş yaşlarına girdiği günlerde, Seyyid Ata yine Etsene köyüne gelmişti. Bu sırada çocuklardan bir kısmı sokakta oynuyor, Emîr Külâl de oyuna karışmadan kenarda duruyordu. Seyyid Atâ’yı görünce, koşup yanına geldi. O da elinden tutup, beraberce eve gittiler. Evlerine varınca, Seyyid Ata onu yanına oturttu. Kendi sarığını ikiye bölüp, bir kısmını kendi başına, diğer kısmını da Seyyid Emîr Külâl’in başına sardı. Ona teveccüh ve himmette bulunup, çok dua etti. Emîr Külâl, onun duası ve himmeti bereketiyle, tasavvuf hâl ve mertebelerinden çok nimetlere kavuştu. Sonra da; “Emîr Külâl’in kavuşacağı derecelerin benimkinden üstün olacağını müşahede ediyorum” buyurdu.


EĞER EVLİYA OLSAYDI!


Nakledilir ki, Emir Külâl hazretleri bir imaret yaptırıyordu. Binanın inşâsında pek çok kimse çalışıyordu. Emîr Külâl’in evine gittiği bir sırada çalışanlar; “Emîr Külâl gerçekten evliya ise, bizim her birimize birer sıcak ekmek verir” dediler. Emîr Külâl gelince, yanında hiç bir şey yoktu. Yerine oturunca, binanın inşâsında çalışanlardan bâzıları; “Eğer evliya olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi” diyerek, aralarında konuşmaya başladılar. Onlar böyle konuşurlarken, Emîr külal hemen ayağa kalkıp; “Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz” diyerek, elini koltuğunun altına sokup, her birine sıcak ekmekler çıkarıp verdi. Onlar pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Emîr Külâl hazretleri onlara; “Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden âhireti, âhirette kurtulmayı taleb edesiniz. Nefsinizin isteklerini terkediniz ki, âhirette utanıp, mahcûb olmayasınız. Eğer şükr ederseniz, Allahü teâlâ size her istediğinizi ihsan eder. Bu dünyâda ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse hevâ ve hevesinden yâni istek ve arzularından vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allahü teâlâyı unutur, gaflete dalarsa, belâ ve musibete düşer. Yazıklar olsun ki, ömür bitmek üzere olduğu hâlde, insan dünyalık şeylere dalmış, nefsinin esiri olmuş ve âhiret yolculuğunu unutmuş, ihmâl etmiştir” buyurdular.

Muhammed Hanefî hazretleri

Muhammed Hanefî hazretleri Mısır’da yetişen büyük velîlerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Hazret-i Ebû Bekr’in soyundandır. 1443 (H.847) senesinde vefât etti. Mısır’da Berekât denilen yerdeki kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.

 “KERÂMETİ İNKÂRA KALKIŞMA!”

Bu mübarek zatın kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:

“Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sâbittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir. Çünkü, rivâyete göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi.”

“Velî, ‘Lâ ilâhe illallah’ deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir.”

“Dünyâdan elime geçenler, bana verilmiş özel bir mal değildir. Ben bu mallara, yoksulların da ortak olduğunu görüyorum. Bunları, benden daha fakir kimseler varsa onlara veririm. Zîrâ, bu rızıkları bana bu iş için veren Allahü teâlâdır. Beni bu hayır işine memur eden, fakirlere yardımdan başka bir işle uğraştırmayan yüce Rabbime hamd ve senâlar olsun.”

“Dünyâlık peşinde koşanlar, dünyâya sımsıkı sarılıyorlar. Hâlbuki her nefes alışta ondan uzaklaşmaktadırlar. İleriyi göremediklerinden kördürler.”

“Zenginlikle fakirlik, birbirlerine karşı övündüler. Zenginlik, fakirliğe dedi ki: ‘Sen kim oluyorsun? Ben, Allahü teâlânın vasfıyım.’ Fakirlik, zenginliğe şu cevâbı verdi: Ben olmasaydım, senin vasfın bilinmeyecekti. Benim tevâzum olmasaydı, senin kıymetin artmayacaktı ve yükselmeyecekti. Ben ubûdiyyetin nişânesiyim.”


“YOL KESİCİLERİN CEZASINI VER!”

Muhammed Hanefî hazretlerinin bir komşusu vardı. Bu mübarek zatı hiç sevmezdi. Devamlı aleyhinde konuşurdu. Ziyâretine gelenleri kapısından çevirerek; “Geldiğiniz zât, büyük kimse değil, o benim komşumdur, o sihirbâzın biridir” derdi. Muhammed Hanefî hazretleri, defâlarca ona nasîhat etti fakat fayda vermedi... Yine bir gün, uzak bir yerden kalabalık bir grup insan onun ziyâretine geldi. Bu zât, hemen bunların önüne geçip, aynı şeyleri tekrâr ederek, gelenleri geri çevirdi. Bunun üzerine Muhammed Hanefî hazretleri; “Yâ Rabbî! Yol kesicilerin cezâsını ver” diye duâ etti. Kısa bir müddet sonra, o kimse hastalandı. Ağzından kan ve ciğer parçaları geldi. “Beni Muhammed Hanefî’nin bedduası öldürüyor” diyerek öldü...

MUHAMMED BABA SEMMÂSÎ HAZRETLERİ

Hâce Ali Râmîtenî hazretlerinin yetiştirdiği evliyanın büyüklerinden. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük İslâm âlimlerinin on üçüncüsüdür. Râmîten ile Buhara arasında bulunan ve Râmîten’e iki, Buhârâ’ya ise altı kilometre uzaklıkta bulunan Semmâs köyünde doğdu ve 1354 (H. 755)’de orada vefat etti. Tasavvuf ilmini büyük âlim Ali Râmîtenî’den öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufda yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra irşâd makamına onu vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.


Hocasının vefatından sonra irşâd makamına geçen Muhammed Baba Semmâsî, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufda yüksek makamlara kavuşturdu. Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryasında sadef misâli olan Seyyid Emîr Külâl hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî hazretleridir.


Behâüddîn-i Buhârî hazretleri anlatır: “Evlenmek istediğim zaman büyük babam beni Muhammed Baba Semmâsî hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve dua isteği kabardı. Muhammed Baba Semmâsî’nin mescidine gidip iki rek’at namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle dua ettim: “İlâhî! Bana, belâlarına tahammül için kuvvet ve aşkın yüzünden doğacak mihnetlere (meşakkat ve sıkıntılara) karşı güç, kuvvet ver!” Sabahleyin hocamın huzuruna varınca; “Bir daha dua ederken, “İlâhî, senin rızân nerede ise, bu kulunu orada bulundur!” diye dua et! Eğer Allah, dostuna belâ gönderirse, yine inayeti ile o belâya sabır ve tahammülü de ihsan eder. Fakat, Allah’tan ne geleceğini bilmeden, belâ ister gibi dua doğru değildir” buyurdu. Muhammed Baba Semmâsî’nin bir gece evvelki hâlimi keşfetmekteki kerametini anladım ve ona tam bağlandım.”


Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyanın en büyüklerinden olan Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin yetiştirdiği, tasavvufda yüksek derecelere kavuşmalarına vesile olduğu yüzlerce evliya olup, bunlar içinde dört tanesini kendisine halîfe seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sûfî, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmâsî, üçüncüsü Mevlânâ Dânişmend Ali, dördüncüsü ve en büyükleri Seyyid Emîr Külâl hazretleridir.

Üç şey îmânın lezzetini artdırır

 Hadîs-i şerîfde, (Üç şey îmânın lezzetini artdırır: Allahü teâlâyı ve Resûlünü herşeyden çok sevmek, kendisini sevmiyen müslimânı Allah rızâsı için sevmek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemek)

Muhammed Murâd Efendi

 Muhammed Murâd Efendi, İstanbul’da yetişen âlim ve velîlerdendir. 1788 (H.1203) senesinde doğdu. 1847 (H.1264) senesinde vefat etti. Kabri, Fatih-Çarşamba’daki tekkesinin yanında kurduğu Dâr-ül-Mesnevî bahçesindedir... 

“ŞU KİMSELERLE ARKADAŞ OL!”

Bu mübarek zatın da kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki: 

“İlim ve mârifet ehli şöyle tenbih etmişlerdir: Üç kimse ile arkadaş olup sohbet et. Birincisi, ilim ehli ve hüner, sanat sahibi olan kimselerle arkadaş ol. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşman kolay olur. İkincisi, güzel ahlâk sahibi kimselerle arkadaş ol. Çünkü böyle kimseler dostun ayıbını görmezlikten gelerek örterler ve bu ayıbını nasîhatle, düzeltirler. Bu hususta çok gayret gösterirler. Üçüncüsü; kötü niyetli olmayan, dünyaya düşkünlük göstermeyen, sâdık ve ihlâslı olan kimseler. Şu üç sınıf kimseden de sakınmak lazımdır: Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefislerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünyâ rahatı kazandırır ne de âhirette rahmete kavuşturur! İkinci grup, yalancı ve hâin olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felâkete sebeb olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır... Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri faydalıdır.”

“Şu hususlar iyi bir Müslümanın vasıflarındandır. Allahü teâlâ mealen; “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat Sûresi-13) buyurdu. Mü’minin itikadı doğru olmalıdır. Kendi nefsi için ne muâmele yaparsa Müslüman kardeşleri için de aynı muâmeleyi yapmalıdır. Devamlı tâat üzere bulunup günahlardan sakınmalıdır. Doğru sözlü ve yalandan uzak olmalıdır. Hayra koşmalı ve hayra teşvik edici olmalıdır. Çok merhametli ve şefkatli olup her hususta adaletten ayrılmamalıdır. İslamiyetten asla ayrılmamalı, ahdinde sağlam ve vadinde doğru olmalıdır. Hayır işleri tehir etmemeli ve değiştirmemelidir. Yumuşak huyluluğun yanında şüphe ve tereddütten kurtulmuş bir kalbe sâhib olmalıdır...” 

“DOSTLAR İÇİN İYİ NİYETLİ OLMALI”

Muhammed Murâd Efendi, vefat etmeden önce talebelerine buyurdu ki:

“Sâlih ve başkasının iyiliğine çalışan iyi kalbli bir kimse olmalıdır. Allahü teâlâ meâlen; “Kim salih amel işlerse (sevab) kendinedir” (Fussilet Sûresi-46) buyurdu. Gururlu olmamalı ve ibâdeti dünya menfaati için yapmamalı. Dostlar için iyi niyetli olup her feyzini Allahü teâlâdan bilmeli...”

İFTAR VAKTİNDEKİ DUÂ

Muhammed Nakşibend “rahmetullahi aleyh” hazretleri yazdıkları bir mektuplarında buyuruyorlar ki:

“Çocukların da ana-babasına duâları, misâfirin duâsı, oruçlunun iftâr vaktindeki duâsı, müslümanın müslümana gıyâbında, yâni arkasından yaptığı duâ makbûldür. Allahü teâlânın İsm-i âzamı ile yapılan duâ kabûl olunur. Bu şekilde duâ edenin duâsını, Allahü teâlâ ânında kabûl eder. Bu da, enbiyâ sûresi 87. âyet-i kerîmesinin; “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn” kısmıdır. Bu hususta başka diyenler de olmuştur. Ama burada bu kadar yazmak yetişir.”

Ali Ramiteni Hazretleri

Ali Ramiteni hazretleri, Silsile-i aliyyenin on ikincisidir. Buhara yakınlarındaki Ramiten kasabasında doğdu.


Herkese yol gösteren, kalbinden nur fışkıran Mahmud-i Encirfagnevi hazretlerinden çok faydalandı. Evliyalık derecelerine kavuştu. Maddi ilimlerde de yükseldi. İbadet ve derslerden sonra helal lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manasına Pir-i Nessac derlerdi.


Bir talebesi kendisine bir yemek getirmişti. Ona, "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır" buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın" buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat yine de her emrinize razıyım" dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de "Azizan" olarak kaldı.


Ali Ramiteni hazretleri ömrünün sonlarına doğru Buhara'dan Harezm'e geldi. Sur kapısında konakladı ve oranın padişahına iki talebesini gönderdi. "Sultana gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. İzin verirseniz burada kalacak, izin vermezseniz geri gidecektir, deyiniz. Eğer izin verirse, sultanın elinden mühürlü bir belge alın" buyurdu. Talebeleri gidip sultana durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf karşıladı ise de, mühürlü bir belge verdi. Bu belgeyi talebeler getirdiler. Azizan hazretleri şehrin kenarında bir semte yerleşti.


Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi abdest alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılın. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönün" buyururdu. İşçiler, çalışmadan oturmak suretiyle, ibadetlerini de yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru ise ücretlerini almayı ganimet biliyorlardı. Sohbetine bir defa katılan, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes talebesi olmak can atıyordu. Her gün evi dolup dolup boşaldı, duasını almak için herkes birbiriyle yarıştı. Nihayet bazıları, durumu sultana şöyle anlattılar:


"Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun bir dediği iki edilmiyor. Her arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz.”


Sultan, da onun şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelenlere, "Bizim, şehirde yerleşeceğimize dair imzalı ve mühürlü bir fermanımız var. Sultan, eğer kendi imzasını, mührünü ve iznini inkâr ediyorsa, biz de çıkıp gitmeye razıyız" cevabını verdi. Bu cevabı sultana bildirdiler. Sultan, verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca gelip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti ve inceliği iyi anlayan sultan, onun en önde gelen talebelerinden oldu.

Allahü teâlâ hazretleri altı nesneyi altı nesnede gizledi

 Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki,

(Muhakkak Allahü teâlâ hazretleri altı nesneyi altı nesnede gizledi. Rızâ-ı şerîfini ibâdetlerde gizledi. Gadabını günâhlarda gizledi. (İsm-i a’zam)ını Kur’ân-ı kerîmde gizledi. Evliyâsını insanlar arasında gizledi. Ölümü, ömür içinde gizledi. Kadr gecesini Ramazân-ı şerîf içinde gizledi. Salât-ı vustâyı beş vakt içinde gizledi.)

YÛSUF-I HEMEDÂNÎ HAZRETLERİ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olup, künyesi Ebû Yâkûb’dur. İmâm-ı A’zam hazretlerinin neslindendir. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1140 (H.535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti.

On sekiz yaşında Bağdat’a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i Şîrâzî’den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkand’da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yaptı. Kur’ân-ı kerîmi sayısız hatmetti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîd-i kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbet etti.

Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.

Yûsuf-ı Hemedânî, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat’a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e yolculuğu sırasında vefât etti. Kabri Merv şehrinde olup, ziyâret edilmektedir.

Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A'zama pekçok bağlıydı. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp, çok sevilmiştir.

Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî ve mânevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu isbât ederdi.

Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâde etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâklanmalarını nasîhat ederdi.

Bir gün, Hemedân’dan bir kadın, ağlayarak Yûsuf-i Hemedânî’nin huzûruna geldi ve dedi ki: “Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.” Kadına; “Sabredin” buyurdu. Kadın; “Sabredecek hâlim kalmadı.” dedi. Bunun üzerine Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna; “Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?” dedi. Oğlu; “Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda muhâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.

Yûsuf-i Hemedânî’ye, İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lâzım? denildiğinde; “O zaman, her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.

Sayısız kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandığı veliyyi kâmil bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allahü teâlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.

Yûsuf-i Hemedânî hakkında uygunsuz şeyler söyleyip, onu kötüleyen bir kimse vardı. Bu durum Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine intikâl edince, üzüldü ve yakında cezâsını görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eşkıyâlar tarafından öldürüldü.

Bir defâ Yûsuf-i Hemedânî insanlara vâz ederken iki kimse gelip, “Sus! Yanlış şeyler söylüyorsun” dediler. “Asıl siz susunuz. Size diri denmez!” buyurdu. O anda, o iki kişi orada ölüverdiler.

Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle anlatıyor: Bir zamanlar velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zâtı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim. Ona, yâni o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.” buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.

Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.

İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”

Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.”

El-Meşrevü’r-Revî kitâbının sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır. İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında edebsizlik yapması olduğu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikredilmektedir.

Hiç bir şeye kızma

 “Bir kişi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelip; Yâ Resûlallah bana hayatıma uygulayacağım bir kaç kelime öğret. Unutacağım çok şey olmasın deyince Resûlullahı ( aleyhisselâm ) “Hiç bir şeye kızma” buyurdu.

Benim sonum ne olacak

 Ali Bekka hazretleri çok ağlardı. Öyle ki, gözyaşı tuzlu olduğu için yüzünde aktığı yerde iz bırakmıştı, yani devamlı aktığı için geçtiği yerleri kısmen çürütmüştü. Bu yüzden kendisine “Bekka” yani “çok ağlayan” lakabı verilmişti. Ancak böyle ağlamasının sebebini kimse bilmiyordu. Bir gün sevenleri çok ısrar etti, yalvarıp yakardılar, sebebini sordular bu ağlamanın, o da sonunda şöyle anlattı:


Seneler önce, aç ve susuz kalarak harikulade hallere sahip olan bir arkadaşım vardı. Bir defasında ikimiz birlikte tayyi mekan ile Bağdat’tan çok uzaktaki şehre bir anda gittik. Orada bana, (Ali, falan tarihte benim evimde ol, vefat ederken, sen yanımda bulun) dedi, (Sakın ihmal etme, bu sana vasiyetimdir) diye de sözüne ekledi. Sonra işimizi görüp, yine tayyi mekan ile Bağdat’a döndük.


Aylar sonra bu sözü hatırıma geldi, dediği gün evine gittim, ölüm döşeğinde idi. Son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Ama yüzü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Yine kıbleye çevirdim. Yine doğuya döndü. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki, (Ali, hiç uğraşma, benim İslam’dan nasibim kalmadı, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!) Sonra, Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, imanı gideren sözler söylemeye başladı. Din-i İslam’dan çıktı. Nihayet imansız öldü. Bunu duyanlar cenazesini dışarıya attılar. Olay duyulunca cesedin etrafını kalabalık sardı, kızanlar, sövüp sayanlar, bizim sonumuz ne olacak diye de ağlayanlar vardı.


Ben de aldım başımı köyden dışarı çıktım, yürüyüp giderken, benim sonum ne olacak diye hem ağlıyor hem tevbe ediyordum. Saatlerce yürüdüm. Epey uzaklarda bir Hıristiyan köyü vardı, oraya kadar gelmişim. Ortada bir cenaze, köylü etrafında toplanmış. Sövüp sayıyorlar. Beni görünce, (Ali hoca, Ali hoca, gel gel) dediler. Ben de yanlarına yaklaştım. Hışımla yerdeki cenazeyi göstererek, (Bu var ya bu, bizim dinimizi reddetti, sizin din üzere öldü, sizin söylediğiniz sözleri [kelime-i şehadeti] söyleyerek, ben müslüman olarak dünyadan ayrılıyorum diyerek öldü. Biz de bu ölüyü ne yapalım, yakalım mı diye düşünüyorduk) dediler. Ben de, (Ne güzel, hak din üzere öldü, bunda kızacak ne var) dediysem de, iyice köpürdüler, (Bu bizim ruhbandı, bize hainlik etti, sonunda dinimizi reddetti, bâtıl yolda olduğumuzu söyledi, “Gelin siz de müslüman olun, hak din Müslümanlıktır” gibi bize sonunda güya nasihat diye hakaretler etti) dediler.


Onlara dedim ki, ileride benim bildiğim bir köyde, biraz önce sizin dininiz üzere ölen birisi var. Onun da cenazesi ortada kaldı. Bu iki cenazeyi değişelim mi?


Hemen değişelim dediler. Bunun üzerine, cenazeleri değiştik. Onlar onu kiliselerinin yanındaki kendi mezarlıklarına gömdüler. Biz de bizimkini alıp, yıkayıp kefenleyip, cenaze namazını kıldık, bizim mezarlığa defnettik.


İşte bu olay üzerine senelerdir ağlıyorum, son nefeste benim halim ne olacak diye hep korku içindeyim. Ağlayışımın sebebi budur. Son nefeste şeytanın hilesi çoktur, bu hileden kurtulmak çok zordur. Ahmed bin Hanbel hazretleri vefat ederken eliyle işaret edip, hayır olmaz dedi. Oğlu, (Babacığım bu ne hâldir?) dedi. (Şeytan, benim elimde can ver diyor, ben de "Hayır olmaz! hayır olmaz!" diyorum) dedi. (Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur, ama hocası sağlam olanın kurtuluş ümidi çoktur) buyurdu.