Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin rüyasında peygamber efendimizi gören bir hanımın rüyasına yaptığı tabir

*Efendi hazretlerini sevenlerden İskender beyin hanımefendisinin gördüğü rüyadır.

Yakında görmüş olduğum bir rüyamı ta’bîr buyurmanız için yazıyorum. Cenâb-ı Hak hayırlara tebdil etsin. Âmin.

Bir gece menâmda Peygamberimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada, ölmüş ve tenâşir üzerinde gasl edilip, techîz ve tekfin edildiğini gördüm. Hemen gittim, mübarek yanağından öptüm. Sonra birisi geldi, bana sordu ve: “Bu hangi tarîka mensûbdur” dedi. Ben de, hiçbir tarîka mensûb değildir. Fakat dünyâya bundan daha yüksek kimse gelmemiştir ve bilhassa ahlaken bundan daha yüksek hiç kimse yoktur, dedim. Bilâhere tabutu ile beraber, bir yol üzerine mezarını kazmağa başladılar. Fakat taş olduğu için, imkânı yok, derin kazılamadı ve tabutu ile beraber defn ettik. Üzeri örtüldü. Bu ameliyye bitmeden, baş ucunda büyük biraderimin ailesi, yengem duruyor ve Peygamber sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’in kabri içinden yüzünü açtı. Güya cenaze içeride teaffün etmiş de, milyonlarca siyah küçük kara sinekler uçuşmağa başladı. Hayretler içinde uyandım. Şurasını da yazmadan geçemiyorum: Nedense bir hiss-i kablel-vuku’, İmâm-ı A’zamın gördüğü rüyadan ilham alarak cenaze teaffün edip, milyonlarca küçük sinekleri şöyle ta’bîr ettirdi: Cenâb-ı Hakkın: “Ey Habîbim, ben bu dîne küffâr kullarım ile de nusret veririm” va’d-i sübhânisi acaba tecelli mi etti. Yalnız bu sinekler arabi midir, yoksa küffâr mı, burasını re’y-i âlinize, diğer kısımları ile bırakarak mufassal ta’bîrinizi ve kendime âid kısımlarını da yazarak bildirmenizi ehemmiyetle rica, eder, hürmetle ellerinizden öperim.

CEVÂB VE TA’BİRİ
Ma’lûmdur ki, âlem-i his -ki ma’lûmumuz olan ve içinde bulunduğumuz âlemdir. Ve keza âlem-i hayalî, ya’nî âlem-i hulyâ ve âlem-i rüya ki, hâlet-i nevmde [uykuda] rüyada görülenden ibarettir- ve âlem-i keşf, ulemâ-i kiramın ve evliyâ-yı izamın uyanık olarak müşahede ettiği ahval-ı gaybin ve sâir âlemler -ki lâ ekal [en az] onsekiz bin âlem, Hak sübhânehu ve teâlânın mahlûkları ve masnû’ları, mülkleri ve memlûklerîdir- her âlemin kendisine göre çok vâsi’ ve çok geniş ve çok kât’i ve çok kâfil ma’nâları, imâları, işaretleri ve beşaretleri, tazammunları ve iltizamları vardır. Zira kârhâne-i ülûhiyette abes muhaldir. Ya’nî hiçbir şey abes halk olunmamıştır. Ya’nî yersiz, hikmetsiz, maksadsız değildir. Buna binâen âlem-i rüyada görülmüş olan ahvâl, Enbiyâ-ı izam (aleyhimüssalâtü vesselam) dâhil olduğu halde, evliyayı kiramın rüyâ-ı salihaları ve bütün müslümanların, havas ve avamının ve bil-cümle fâsık ve fâcir ve kâfır-i bedhâh [kötü niyetli] ve mürted ve zındîkların, dinli ve dinsiz olan kâfirlerin de rüyaları boş değildir. Hiçbir hulyâ ve hiçbir tahayyül, hiçbir teemmül, hiçbir tefekkür, hiçbir tezekkür hikmetsiz ve hâlî [boş] değildir. Hepsi mahlûktur. Masnû’-i ilâhidir. Boş değillerdir ki, bunlara edgas-ı ahlam ta’bîr olunur. Hiçbir ses, hiçbir levn [renk], hiçbir zevk [tat], hiçbir hareket, hiçbir sükûn, zerre zerre hiçbir masnû’ [varlık] abes değildir. Kârhâne-i ülûhiyette hiçbir şey menfâatsiz ve maslahatsız ve zayi’ değildir. Cümlesi ve cümlesi Hakîm-i mutlak olan Cenâb-ı Zül-Celâlin mahlûklarıdır. Zira abeslik câhile, ahmaka ve çocuklara muhtastır. Allahu teâlâ bunların hepsinden müberrâdır.

Fakat bunların ma’nâlarını, işaretlerini, imâlarını bittamam anlamak makam-ı nübüvvete mahsûstur. Ve kısm-ı küllisini anlamak ehli olan evliyâ-ı kiram ve müctehîdîn-i i’zam ve ulema-i a’lâma mahsûstur. Bir milyonda bir cüz’ünü zekî ve fatîn müslümanlar anlarlar. Pek azını bizim gibi avam insanlar dahî fırâset-i îmâniyye tarîki ile bir şeyler anlayabilirler. Meselâ Cenâb-ı Hakkı (celle şânühü) rüyada görmek, ki ulemâ-ı izam -âdî hocalar değil- arasında ihtilaflıdır. Mümkün mü, değil mi, vâkı’mi, değil mi, doğru mu, değil mi? diye ihtilâf etmişlerdir ve indet-tahkîk, şer’-i şerîf-i Ahmedînin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tecviz buyurdukları surette caiz ve mümkün ve vâki’ ve bunun ekseriya ta’bîri, gören ve görülen tâlib-i ilimler ve sâlik-i tarîklerin ileride âlim olmasıyla ta’bîr olunur. Fakirler ganî [zengin] olur, hastalar şifâ bulur, garîbler vâsıl olur, kavuşur. Daha daha çok çok menâfi’ husul bulur. Zât-ı zülcelâle (celle celâlühü) âid olan şeyler gayr-i mütenâhîdir. Bunun ta’bîri de gayr-i mütenâhidir.

Peygamberân-ı izam (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm)ın gördükleri rüyalar, kendilerinin peygamber olacaklarını beyân ve kendilerinin ahvâlini müş’ir olan enbiyâ-ı izamın nübüvvetinden evvel gördükleri rüyalarla tevilli ve tefsîrli ve tevilsiz olabilirler. Bu mes’ele pek vâsi’ ve geniştir. İbrahim aleyhisselâmın gördüğü rüya gibi. (Rüyada oğlunu zebh eder [boğazlar] görmesi gibi). Nübüvvetten, ya’nî peygamber olduktan sonra her gördükleri rüya, fecr-i sâdık gibi doğrudur. Ta’bîrli de olabilir, ta’bîrsiz, aynı aynîne de zuhur eder. Kur’ân-ı kerîm ve Kâbe-i muazzama, Beytullah ve Mescid-i Aksa ve sâir ma’bedler ve dînî eserler, hatta bunların sofaları, kapıları, duvarları ilâahir gibi rüyada görmek birer birer ma’nâlıdırlar. Bunların manâlarını, imâlarını, işaretlerini bilmek büyük bir ilme, büyük bir salaha, büyük bir îmana mütevakkıftır. Enbiyâ-ı izamı (alâ nebiyyina ve aleyhimussalatü vesselam) rüyada görmek, Âdem aleyhisselâmı, Şît aleyhisselâmı, her birisini ayrı ayrı rüyada görmek, başka başka ma’nâlara ve hususiyetlere delâlet eder.
Bakınız ki, ne kadar vâsi’, ne kadar derin bir ilimdir.Server-i âlemi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada görmek, mutlaka şerîatini görmek demektir. Ya’nî görülen onun şerîatinden ibarettir. Evsaf ve şemâil-i şerîfeleri ile, aynı aynına, tam tamına kemâlde görmek, o mekânda, o kavimde, o zamanda şerîatlerinin kemâliyle itibârda ve amelde bulunduğuna delâlet-i kat’iyye ile delâlet eder.

Hasta görmek, ma’yûb [ayıblı] görmek, ya’nî evsâf-ı aliyye-i Peygamberinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) aksi bir surette görmek, bil-akis ma’kûs görüldüğü nisbette, şerîatinin, dîninin amel edilmez olduğuna delâlet-i kat’iyye ile delâlet eder. Çünkü yeryüzünde bakı kalan ancak şerîatidir. Husûsan bin târihinden sonra-ki bin aded-i kâmildir-kendisinin vücûd-i unsurisi âlem-i hissîden âlem-i ma’nevîye dönmüştür. Binâen aleyh kendi âsârından ancak şerîati kalmıştır ve ilelebed bakîdir. Kemalden her ne kadar noksan görülürse, şerîati de o nisbette amelden noksan olduğuna işarettir.


Peygamberi (aleyhisselâtü vesselam) vücûd-i unsurisi ile, ya’nî vücûd-i beşeriyesiyle aynı aynına görmek, vefatlarından çok sonra da, bundan bin sene evveline kadar, evliyâ-yı Şâzilîyeye vâki’ olmuştur. Meselâ Ebûl-Hasan Şâzilî -ki Süveyş’de medfündur-: “Eğer ben bir lahza [an] onu baş gözümle görmesem, ya’nî bir lahza gözümden gaib olsa, kendimi Onun ümmetinden ad etmem, saymam” buyurmuştur.” Onun halîfesi olan Ebûl-Abbas Mürsî -ki İskenderiye’de medfundur- : “Herkes lâzım olan mes’eleyi kitablardan aldıkları gibi, ben onu gözümle görür ve mes’eleyi kendisinden suâl ederim” buyururlar. Onun halîfesi olan Ahmed bin Ataullah İskenderî der ki: “Her ne vakit istersem, onun vücûd-i mübareklerini baş gözümle görürüm”. Bu hâl evliyâ-i Şâziliyede çok vâki’ olmuştur.

Etraf-ı âlemde, ezmine-i muhtelifede, emkine-i müteaddidede eşhas-ı mütegayire Hızır aleyhisselâmı gördükleri gibi, âlem-i keşifde de Server-i Âlemin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rûhâniyetleri mütemessile olarak, eşhas-ı muhtelife ve evda’-ı mütegayire ile görünmüş, bazı evliyâ-ı kirama, ya’nî vilâyet-i hâsse-i Muhammediyeden (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) geçmiş evliyaya çok vâki’ olmuştur. Bundan dörtyüz sene evvel vefat eden şeyh Muhammed Rûcî’nin ve validesinin rüyaları buna şâhiddir. Bunları Reşahât’ta görebilirsiniz.

Âlem-i menâmda, ya’nî rüyada suleha-ı müminin pek çok görmüşlerdir. Ve çok kimselerin imdadına yetişmiştir. Açlıktan ve susuzluktan ve mehâlik-i sâireden kurtarması çok kere vâki’ olmuştur. Buna dâir bu ilmin mütehassıslarının kitab şeklinde çok telifâtları da vardır. Ve hattâ bende de var idi. Çok defalar okumuştum ve bu mesaili ekseriya ondan almış idim. Sonradan gaib oldu.

Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) rüyada görmek büyük bir devlet, büyük bir ni’mettir. Râî ile, ya’nî gören ile bir münâsebeti olduğuna da delâlet ve imalar vardır. Nitekim hiçbir kâfir, hiçbir zındık, hiçbir mürted, hiçbir suretle Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) rüyada görmez ve göremez. Zira münâsebetleri yoktur. Avam ve havass-ı müminîn birçok suretlerde rüyalarında Server-i âlemi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) menâmda görürler. Bunda ulemâ-ı islâmiyye, ya’nî müctehîdîn-i izam, ya’nî dinde söz sahibi olanlar ihtilâf etmişlerdir. Bazıları heman O olduğunu, her ne suretle olursa olsun görmek. Onu görmek demektir, bazı muhakkikin ulema, Onu görmek, hâl-i hayatındaki şemâil-i şerifesine mutabık ve muvafık görmeği şart ittihâz etmişlerdir. Hâl-i hayâtında muttasıf olduğu sıfatlar ve şekillere mugayir bir surette, meselâ ihtiyar, saç ve sakalları ağarmış, kör, topal, uzun veya kısa veya herhangi bir surette ma’yûb görenler olursa, o ‘O’ değildir. Çünkü ‘O’ odur. ‘O’ olmazsa, ‘O’ değildir.

Buna binâen Şeyh Muhyiddin Arabi’nin Şam’da gördüğü ve eline Füsûs kitabını verdiği ve bu kitabı ümmetime ta’lim et, dediğini, ba’zı ulemâ-ı a’lâm kabul etmişler ve bazıları da kabul etmemişlerdir. Hattâ Hanbeli âlimlerinden İbni Teymiye, onun gördüğü dahî temessülü değil şeytanî bir rûhdur demiştir. Fakat bu kavil merdûddur. Bu suretle Yahya efendi dergâhındaki şeyhin gördüğü rüya da doğru değildir; masnû’dur, uydurmadır. Zâten İstanbul dergâh şeyhleri bu gibi çok masnû’ uydurma rüyalar düzmüş ve yaymışlardır.
Peygamber aleyhissâlâtü vesselamı rüyada evsâf-ı mütedâdde [zıt sıfatlarda], ahvâl-ı mütegayıre ve eşkâl-i muhtelife [birbirine uymayan sıfatlar, değişik haller ve şekillerde] görmek, zamanen ve mekânen o kavim arasında şerîat-i garrâ-ı Ahmediyyeye (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tehalüfü nisbetinde görürler. Hasta, ihtiyar, sakat, alîl ve sâire gibi ayıblı şeylerle görürlerse, şerîatinin icra edilmediğine ve şerîatinin câri olmadığına bir haber, bir işarettir.

Husûsiyle vefat eder görürse.
Sizin bu rüyanızda olduğu gibi, meyyitlere icra edilen bütün ameliyye ile, tenâşir tahtası üzerinde, kefende ve kabirde müteaffın görülmesi, şimdiki zamanda ümmetinin pişvâsı [önderi] makamında görünenlerin, teaffünüdür [kokuşmasıdır]. Bu eşhas-ı reddiyenin kendi teaffünleridir. Zira cesed-i Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) aynı aynına mevcûddur. Tegayyur ve tehavvül [değişmek], çürümek ve teaffün etmekten masundur. Çürümez ve teaffün etmez. Sâir Peygamberân-ı izam (alâ nebiyyinâ ve aleyhim essalâtü ves-selâm) da böyledir.

Bu görüşünüz bitemâmihâ şerîat-i mutahhara-ı Peygamberinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) külliyen amel edilmez olduğuna delâlet-i sarîha ile bir huccet-i kâtı’a ile delâlet eder.
Mübarek kabirlerinden çıkan kara sinekler ki, uçan hayvanların en denisi, en aşağısıdır, isimleri İslâm, babaları İslâm oldukları halde dünyâlarını dinlerine tercîh edip, Sanduka-ı Peygamberîden çıkmalarını gördükleri gibi, bu cemaattan sıyrılıp, dışarıya kendilerini tehlükeye atan irtidâd etmiş, dinden çıkmış olan zamanenin dinsizleri, zındıkları, kezzâbları [yalancıları], mürtedleridir.

Mübarek kabrinden uçmuş, çıkmış, tekessür etmiş olan kavim ve ehâli ve halktır. Bu suretle görülüyor. Yol üzerinde defn edilmesi ve kabrin derin kazılamamış olması, şerîatinin mühmel, ehemmiyetsiz bırakıldığına ve ileriye götürülmesine imkân kalmadığına delâlet ve işarettir.

Baş ucunda bulunduğunu gördüğünüz biraderinizin refikasının yüzlerini açması, ümmetinin hanımlarının perde-i haya ve namusu kaldırmış olmalarına alâmettir.Sineklerden murad ne arabdır ve ne de kâfir-i aslîdir. İsimleri bu ümmetden olan, fakat İslâm evlâdları oldukları halde dinlerini dünyâya tebdil eden münafıklar, zındıklar ve mürtedlerdendir. Zâten sanduka-ı Peygamberîden (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) zuhur etmesi, kendi ümmeti arasında zuhur eden mürtedler olduğuna şübhe bırakmıyor.

Hangi tarikattandır? Suâline gelince: Bu da kendini tanımayan, îman etmeyen, kendisini tasdik etmeyen kavimlerden bulunduğuna işarettir. Tarîkatlerin hepsi onun ahvâl ve akvâl ve etvarından ibarettir. Hepsi de sıdktır, savabdır. Aynı hakikat, aynı rahmettir. Din de bundan ibarettir.

Bu rüyayı, bu kavim içerisinde sizin görmeniz ise, Onunla bir münâsebet bulunduğuna delâlet ve işaret eder.
Bâbâm! Ben bunları kendimden yazmıyorum. Asâr-ı mevsuka-ı müteaddide-yi İslâmiyyeden ahz etmişimdir. İşte bu tabiri de pek sarîh ve sahîh olarak yine o vâsıta ile size gönderiyorum. Vesselam.
Bakı, dua.

Seyyid Abdülhakîm-i Arvasi kuddise sirruhun Eshâb-ı Kirâm risalesinden iktibastır

Seyyid Abdülhakîm-i Arvasi kuddise sirruhun Eshâb-ı Kirâm risalesinden iktibastır...

FIRSATI GANÎMET BİLENE MÜJDE

Evliyâdan Hâtem-i Esam hazretleri bir topluluğa uğradı ve:
“Şu üç şey sizde varsa müjdeler olsun. Bunlar yoksa cehennemde azab olunursunuz.” dedi.
“O üç şey nedir?” dediler. Buyurdu ki:
• “Daha fazla ibâdet ve itâatle geçirmediğiniz için geçmiş günlerden dolayı pişmanlık ve üzüntü duymak.
• İçinde bulunduğunuz vakitte çokça tevbe ve istiğfarda bulunmak. Bu vakit tevbe etmeden geçerse bir daha fırsat olmayabilir. O günü Allâhü Teâlâ’ya ibâdet etmek ve rızâsını kazanabilmek için fırsat ve ganîmet bilmelidir.
• Ve yarından korkmak. Yarın başına neler geleceğini bilmediği için kurtulup kurtulamayacağını düşünerek korkmalıdır.” (Tezkiratü’l-Evliya)

EN İYİLER VE EN KOTÜLER

Abdullah bin Mesud (radıyallahu anhu) buyurdular:

“Sözlerin en doğrusu Allâhü Teâlâ’nın kelamıdır.
Sözlerin en şereflisi, kıymetlisi Allâhü Teâlâ’yı zikirdir.
Körlüğün en şerlisi kalp körlüğüdür.
Dünya malından az olup yeterli olan, çok olup (Allah’tan ve âhiretten) alıkoyandan hayırlıdır.
Pişmanlığın en kötüsü kıyâmet günü pişman olmaktır.
Zenginliğin en hayırlısı gönül zenginliğidir.
En hayırlı azık takvadır.
İçki, bütün günahları barındırır.
Gençlik bir nevi deliliktir.
Kazançların en şerlisi, müslümanın müslümandan aldığı faizden kazanılandır.
Günahların en büyüğü çok yalan söylemektir.” (T. Gâfilin)

"Peder ne der, kader ne der"

Fatih Sultan Mehmet Han çocukluğunda oldukça yaramaz, haşarı, ele avuca sığmaz bir çocuktur. Bir gün babası Sultan 2.Murad Han çocuk Fatih'e çıkışır: "Sen adam olmazsın" 
Hadiseye şahit olan Akşemseddin usulca mırıldanır:
"Peder ne der, kader ne der"

Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa Ve Unutulmaz Medine Müdaafası


Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa Ve Unutulmaz Medine Müdaafası / Tarihçi Mahmut Şener
Fahrettin Paşa Kimdir?
Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı” olarak tanımlanan Fahrettin Paşa’ya, İngiliz yarbayı Bassett “Kaburgalarına kadar tam bir askerdir.” diyor. Bizim kanaatimizce de vatanperver, dürüst, cesur ve yüreği Peygamber sevgisiyle dolu bir Osmanlı Paşası’dır. Bu sevgisini Medine’de kaldığı sürece Hz. Peygamber’in (salallahu aleyhi ve sellem) kabrini sık sık ziyaret ederek gösteren Paşa, adeta bir türbedar gibi çalışmıştır. O, tevazu sahibi bir komutandır. Nitekim isyancılara karşı düzenlenen askeri bir harekât esnasında, güçlükle yürüyen çelimsiz bir askeri görünce devesinden inmiş “Kardeşlerim! Sıkıntıda da bollukta da her şeyi paylaşacağız.” diyerek o askeri kendi devesine bindirmek suretiyle yolculuğa yaya olarak devam etmiştir. Medine’de isyanların arttığı bir dönemde Cemal Paşa’nın “İstersen tecrübeli alman pilotlardan gönderelim.” teklifini geri çevirmiş; bir İslam beldesi olan Medine’yi savunurken yalnızca Müslüman askerlerle bu işi yapmak istediğini söyleyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Medine’de kaldığı sürece şehri savunmanın dışında imar faaliyetleriyle de uğraşan Paşa, Hz. Peygamber’in (salallahu aleyhi ve sellem) kabrine giden yolları genişletmiş, Osmanlı askerlerinin defnedildiği Medine’deki Cennetü’l Baki mezarlığını düzenlemiştir. O’nun bu yaklaşımı, kutsal toprakları sahiplendiğinin en açık göstergesidir…
Günümüzde pek çoğumuzun hatırlamadığı bu unutulmaz Paşa’nın asıl adı Ömer Fahrettin Türkkan’dır. 4 Şubat 1868’de Tuna Nehri kenarındaki küçük bir kasaba olan Rusçuk’ta doğmuştur. Babası Nizam-ı Cedid Topçubaşısı Ömer Ağa’dır. Annesi Mohaç kahramanı Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan gelen Fatma Adile Hanım’dır. Henüz on yaşındayken yaşadığı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Ömer Fahrettin’de asker olma isteği uyandırmıştı. Zira bu savaşta binlerce Müslüman hayatını kaybetmiş binlercesi de göçe zorlanmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin Balkanları İslamlaştırma ideali doğrultusunda 14. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleştirilen Türkler, 19. yüzyıldan itibaren bölgenin kaybedilmesi üzerine “tersine göç” ile karşı karşıya kalmışlardı. Sahip olunan pek çok kıymetin terki anlamına gelen bu hüzünlü vedayı yaşayanlardan biri de Ömer Fahrettin olmuştur. Osmanlı-Rus Harbi sonrasında ailesiyle İstanbul’a gelen Ömer Fahrettin, Harp Okulu’nu ve Harp Akademisi’ni başarıyla bitirdikten sonra 1891’de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. 1908’e kadar merkezi Erzincan’da bulunan 4. Kolordu’da görev yaptı. Meşrutiyet’in ilanından sonra Yarbaylığa terfi edip İstanbul Selimiye 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanı olarak atandı. Balkan Savaşları’ndaki başarılı hizmetlerinin ardından I. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu Komutanlığına bağlı 12. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Bu vazifede iken Musul ve havalisinde başarılı hizmetler yürüttü. 1915’te 4. Kolordu Komutanlığı Vekilliğine tayin edilen Fahrettin Paşa bölgedeki Ermeni isyanları ile uğraştı. 23 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderildi. Medine’yi ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı tüm imkânsızlıklara rağmen bu kutsal beldeyi 2 yıl 7 ay savundu. Bu sırada şehrin yağmalanması ihtimaline karşı 100 parçaya yakın kutsal emaneti İstanbul’a naklederek, belki de Kutsal Emanetleri British Museum’da sergilenmekten kurtardı ve İslam Tarihi Kültürüne önemli bir katkıda bulundu. Uzun süre Medine’yi teslim etmeyen Fahrettin Paşa, devlet merkeziyle bağlantının kopması, erzak ve ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine 7 Ocak 1919’da Medine’yi İngilizlere teslim etmek zorunda kaldı.
Bu beklenmedik durum karşısında önce İngiliz kontrolündeki Mısır’a götürülen Fahrettin Paşa daha sonra savaş esiri olarak Malta’ya sevk edildi. Buradaki esaret hayatından 30 Nisan 1921’de kurtularak Milli Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gelen Paşa, Kabil Büyükelçiliği’ne atandı. Afganistan ve havalisinden Milli Mücadele için toplanan yardımların Ankara’ya gönderilmesinde önemli payı olmuştur. 1926’da İstanbul’a dönüp sonra çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 5 Şubat 1936’da Tümgeneral rütbesiyle TSK’dan emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948’de bir Ankara seyahati sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat eden Fahrettin Paşa İstanbul’da toprağa verildi. Rumelihisarı kabristanında medfundur.
FAHRETTİN PAŞA’NIN UNUTULMAZ MEDİNE MÜDAFAASI
Medine savunması, askeriyle tek vücut olmuş bir Osmanlı paşasının vatan ve Peygamber (salallahu aleyhi ve sellem) sevgisinin yansımasıdır. Medine Muhafızı Fahrettin Paşa, Medine’de bulunduğu sırada resmi yazışmalarda askerleri için “Mehmetçik” tabirini kullanmakta ve onları Peygamber’in askerleri olarak nitelendirmektedir. İngiliz oyunlarıyla, bedevilerin isyanlarıyla, açlıkla, susuzlukla, 50 dereceyi aşan kavurucu sıcakla, başta İspanyol Nezlesi ve askerin dişlerini ve çenesini düşüren İskorpit olmak üzere türlü hastalıklarla ve ağır çöl koşullarıyla canla başla mücadele ederek Medine-i Münevvere’yi, Hz. Peygamber’in(salallahu aleyhi ve sellem) kabrini son ana kadar savunan, teslim çağrılarını geri çeviren Fahrettin Paşa’nın bu dik duruşunu ancak ve ancak Peygamber sevgisiyle izah edebiliriz. Zira Fahrettin Paşa Medine’yi “bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği” diye tanımlamak suretiyle bu kutsal şehre özel bir önem vermektedir.
İngiltere bölgedeki petrol kaynaklarını kullanabilmek için gözünü Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına çevirmiş, bunun için de her türlü oyuna başvurmaktaydı.Birinci Dünya Savaşı işte böyle bir ortamda başlamıştı. Bu arada İngiliz ajanı olan Lawrence de bölgede bulunuyor ve “Osmanlı, Müslüman olmayan Almanya ile ittifak yapıyor, yakında Almanlar Mekke ve Medine’ye de girecektir.” diyerek Arapları Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtıyordu. Bu karışık ortamda Peygamber Efendimiz’in kabrinin bulunduğu Medine’yi savunmak üzere Fahrettin Paşa 23 Mayıs 1916’da Medine’ye görevlendirildi.
CAN VERİR, CANAN’I (salallahu aleyhi ve sellem) VEREMEZ TÜRKLER
İşte tarihe altın harflerle kazınan, Türk milletinin Hz. Muhammed’e (salallahu aleyhi ve sellem) bağlılığını ortaya koyan, “Can Verir, Cananı (salallahu aleyhi ve sellem) veremez Türkler” diye adına şiirler yazılan, başından sonuna bir destan olan “MEDİNE MÜDAFAASI” böylece başlıyordu. Fahrettin Paşa ve askerlerinin yazdığı bu destan Temmuz 1916’dan Ocak 1919’a kadar sürecek, Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana bırakmamak için isyancılara karşı mücadele edilecektir. İsyancıların baskınları, pusuları, Hicaz Demiryolu’nun bombalanması gibi pek çok olayın yaşandığı bu mücadele esnasında en temel sorun açlık ve susuzluk olmuştur. Lawrence ve adamları tarafından su kaynaklarının zehirlendiği bir ortamda Medine’ye gelen tren seferlerindeki aksamalar hem askeri hem de halkı yiyecek sıkıntısı ile karşı karşıya getirmiş, halkın önemli bir kısmı şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Medine’deki direnişi kırmak isteyen İngilizlerin I. Dünya Savaşı sonlarında Hicaz Demiryollarını bombalaması üzerine Medine’nin dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmiş ve sıkıntılar daha da artmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber’in (salallahu aleyhi ve sellem) kabrini düşmana bırakmamakta kararlı olan Osmanlı askeri un stokları azalınca hurma çorbası içmiş, hurma çekirdeklerini öğüterek elde ettikleri undan ekmek üreterek yemişlerdi…
MEHMETÇİKLERİN KUMANYASI KAVURMA NİYETİNE ÇEKİRGE 
Büyük komutan Fahrettin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır. Şehir çekirgeler tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahrettin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir. Askerlerine, Hz. Peygamber’in (salallahu aleyhi ve sellem) “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahrettin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimiz’in(salallahu aleyhi ve sellem) kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir.
“SON ERE, SON MERMİYE VE DE SON DAMLA KANA DEK…” MÜCADELE
Yüzyıllardır İslam’ın bayraktarlığını yapan, İslam düşmanlarına karşı canını ortaya koyan bir milletin evladı olan Fahrettin Paşa, yaşanan tüm bu sıkıntılara rağmen askerleriyle birlikte Hz. Peygamber’in kabrinin önünden ayrılmıyor; kendisinin deyimiyle “son ere, son mermiye ve de son damla kana dek…” mücadeleye devam edileceğini adeta haykırıyordu.
Bu sıkıntılı günlerde ortaya konulan direniş, Fahrettin Paşa’nın subaylarından İdris Bey tarafından şöyle dile getiriliyordu:
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (salallahu aleyhi ve sellem) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Peygamber Efendimiz’e bağlılığın bir göstergesi olan bu şiir İdris Bey tarafından yazılmış olmakla beraber Medine’yi savunan Müslüman Türk askerinin ruhundan fışkırıyordu. İdris Bey askerimizdeki Peygamber sevgisini ortaya koymuştu bu dizelerinde…
BÜTÜN İSLAM’IN SIRTINI DAYADIĞI YER, MANEVİ GÜCÜNÜN DESTEĞİ: MEDİNE-İ MÜNEVVERE
Fahrettin Paşa ve askerleri böyle bir ruh hali içerisinde iken Osmanlı Devleti İtilaf devletleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamış ve I. Dünya Savaşı’nda yenilgiyi kabul etmişti. Bu antlaşma uyarınca Fahrettin Paşa’nın en yakın İtilaf Kuvvetleri komutanlarından birine teslim olarak Medine’den çekilmesi gerekiyordu. Ancak Paşa, teslim teklifleri karşısında Mehmetçiğin Medine’yi savunmakta kararlı olduğunu bir Cuma günü Harem-i Şerif’in minberinden şu sözlerle bir kez daha ortaya koymuştu: “… Ey Nas! Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişengine, son damla kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teala bizimle beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimiz’dir…”
FAHRETTİN PAŞA “TESLİM OL” EMRİNİ DİNLEMİYOR!
Fahrettin Paşa, Hükümet’in ve Harbiye Nezareti’nin “direnişe son verme ve teslim olma” yönündeki emirlerini dinlemiyor, bu konuda üstün bir kararlılık örneği sergiliyordu: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilafet ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.” diyerek direnişe devam ediyordu.
Bu arada başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bahane ederek Osmanlı topraklarını işgal etmişlerdi. İstanbul da İngiliz işgali altına girmişti. Zor durumda kalan Osmanlı Padişahı, İngiliz baskısıyla, Medine’nin Osmanlı askeri tarafından boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak Fahrettin Paşa’ya göndermiştir. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa, “Halife/Padişahın baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmemiştir.
MEDİNE’Yİ GÖNÜLSÜZ TESLİM 
Gelinen noktada mesele içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Zira Medine’nin Osmanlı Devleti ile kara ve demiryolu ulaşımı kesilmiş, askerin cephanesi ve erzağı tükenmişti. Bununla beraber Osmanlı toprakları da İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Bu nazik durum karşısında Fahrettin Paşa’ya, “Eğer Medine boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenerek Paşa güçlükle ikna edilmiş, Medine’nin teslimini öngören antlaşma gönülsüzce imza edilmişti. Yani devletin elde kalan menfaatleri göz önünde bulundurularak Medine’deki direnişe son verilmişti. Ancak Fahrettin Paşa’nın Medine’den ayrılış sahnesi de üzerinde durulması gereken bir konudur: İslam toplumu için son derece büyük bir öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için her türlü sıkıntıya katlanan, hastalıktan pek çok askerini kaybeden Fahrettin Paşa, gözyaşları içinde son kez Peygamberimiz’in kabrini ziyaret ederek dua etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimiz’in kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimiz’i bırakmam, diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, sonunda, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in(salallahu aleyhi ve sellem) kabrinden cebren çıkarılabilmiştir.
Başta, kutsal toprakları sonuna kadar savunan Fahrettin Paşa olmak üzere asırlarca Din-i İslam’ın bayraktarlığını yapan tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyoruz. Onlar Çanakkale ve Kut’ül Ammare’den sonra unutulmaz bir destan daha yazmışlar, son kalenin nasıl savunulacağını göstermişlerdir Medine’de… Mekânları cennet olsun…
Gençliğimizin ve gelecek nesillerimizin Fahrettin Paşa ve diğer kahramanlarımızı daha yakından tanıması ve onlara layık bir hayat yaşaması temennisiyle…

Medine Müdafaası'nda görevli Mülazım İdris Sabih Bey'in, Efendimiz (salallahu aleyhi ve sellem)'e hitaben yazdığı şiir !!

Dünya ve ahiret Efendimizsin
Bir Ulü'l-emr idin emrine girdik
Ezelden bey'atli hakanımızsın
Az idik sayende murada erdik
Dünya ve ahiret sultanımızsın

Unuttuk İlhan'ı Kara Oğuz'u
İşledik seni göz bebeğimize
Bağışla ey şefi' kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize

Suçumuz çoksa da sun'umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle...

Nedense kimseler dinlemez eyvah
O kadar saf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de ya Rasulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi

Suları tükendi gulabdanların,
Dinmedi gözümüz yaşı merhamet
Külleri soğudu buhurdanların,
Aşkınla bağrını yakmada millet.

Ne kanlar akıttık hep senin için
O Ulu Kitab'ın hakkıçün aziz
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz

Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz
Can verir canânı veremez Türkler
Ebedi hadimü'l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler

25 (Rasim Özdenören anlatıyor)

Rasim Özdenören anlatıyor: 
Rahmetli Cahit Zarifoğlu bana bir rüyasını anlattı.Hasta iken rüyasında Necip Fazıl'ı görmüş. Üstad kendisine 25 demiş. Uyandıktan sonra Rasim üstad bana 25 dedi. Demek ki 25 yıl daha yaşayacağım.
Rasim Özdenören rüyayı merhum Emin Garbi Arvasi efendiye anlatır. Garbi amca Cahit günleri yıl olarak anlamış der. 25 gün sonra Cahit vefat etti.

OSMANLI TOKADI

Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa, Bağdâd seferinden dönerken İstanbul’da âsîler ve sipahi zorbaları ayaklanarak kellesini Pâdişâhtan istemeye başlamışlardı. Vezir Bayram Paşa kendisine bir mektupla olaylardan bahsederek İstanbul’a gelmemesini bildirdi. Hâfız Ahmed Paşa yolda iken Bayram Paşa’nın gönderdiği adamla karşılaştı ve vaziyeti anladı, fakat gülerek; “Var bizden paşa hazretlerine selâm söyle. Zuhur edecek kazâ-i mübremi rüyamda gördüm. Ölmekten gam çekmem” diyerek, Bayram Paşa’nın adamını geri gönderdi. Kendisi de sür’atle İstanbul’a geldi.
Bu sırada sarayda Hâfız Paşa’ya düşmanlığı olan Topal Recep Paşa’nın tahrikleri ile fitne giderek büyüyordu.
Pâdişâh dördüncü Murâd Han isyânın önüne geçebilmek için bâbüsseâde önüne tahtını kurdurarak oturdu ve âsî elebaşılarından dört kişiyi huzuruna çağırdı. Sultan bunlara uzun uzun bu hâllerinin din ve devlete münâsib olmadığını anlattı. Ancak bu zorbalar da; “Cümle askerin cevâbı; pâdişâhım, devletine fenalık edenleri elbette vermeniz gerekir; yoksa biz işimizi biliriz” diyerek edepsizce laflar ettiler.
Bu sırada abdest alıp Bâbüsseâde önüne gelen Hâfız Ahmed Paşa, bunların pâdişâh sözünü dinlemediklerini görünce;
“Pâdişâhım! Hezâr (bin) Hâfız gibi kulun yoluna fedadır. Ancak recâm budur ki, beni sen katletmeyip bu zâlimler haksız yere kanımı döküp beni şehîd etsinler ve lütfedip cesedimi Üsküdar’da defnettiresin ve yetimlerime lutf ve inayetini recâ ederim” diye yer öptükten sonra Besmele çekip; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm, İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” diyerek âsî güruhunun içerisine daldı.
Hafız Paşa, meydana girince yer yer sipahiler önüne çıkıp hücum ettiler. Önde gelen sipahi, hamle edeyim diye yanaşınca, Hâfız Paşa sipâhînin ağzına öyle bir Osmanlı tokadı vurdu ki, herif yere serilip başından destan yuvarlandı. O zaman ellerinde hançerlerle hep birden Hâfız Ahmed Paşa’nın üzerine çullandılar. Başına, göğsüne ve vücûdunun her bir yerine hançerlerle vurdular. O Vezîr-i zîşânı ki (saîd olarak yaşıyan şehîd olarak ölür) Pâdişâh’ın gözü önünde on yedi yara ile kana bulayıp şehîd ettiler.
Hafız Paşa’nın soğukkanlı hareketini ve âsîlerin arasına atıldığını ve fecî surette şehîd edildiğini gören sultan Murâd, mendilini yüzüne tutarak ağladı. Bu fecî manzaraya karşı artık durmaya tahammülü kalmadığından;
“Bre Allah’tan korkmaz, Peygamberden utanmaz, şer’e ve pâdişâha itaat etmezler! Hak teâlâ kudret verirse sizden intikam almak nasıl olur görürsünüz” diyerek içeri gitti.
Hafız Paşa’yı vasiyeti üzerine Üsküdar’da Karaca Ahmed mezarlığına defnettiler.