Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri buyurdular:
Bir gün şeyh hazretleri (Şeyh Abdülkebîr Yemeni) buyurdular. Benim babam su üzerinde yürürdü, havada uçardı, lâkin tevhîdin kokusunu almamıştı. Yine bir gün ulema, urefa ve fukaradan [evliyâdan] çok kimselerin bulunduğu bir mecliste, Şeyh hazretleri, bir konuda konuşurken dediler ki: "Hak teâlâ gaybı bilmez". Meclistekilerin ekserisi bu sözden sıkıldılar. Çünkü nassın zâhirine muhâlif idi. Şeyh hazretleri anladı ki, bu söz bazılarının havsalasına sığmadı. Kendi kasdından tenezzül edip [inip], buyurdular ki: Hak teâlâya göre gaib yoktur. Her şey şehâdettir, açıktır. Ona gizli, saklı bir şey yoktur ki, gayb denilsin. Eğer gayb dediğimiz ma'dûm ise [yok ise] yok zaten bilinmez. O hâlde Kur'ân-ı kerîmde gaybı bilir ifâdesi, biz kullara göre gayb demektir. Hak teâlâya göre değildir.
Reşahât sâhibi der ki: Bir başka gün, yalnız bir yerde Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretlerinden sordum ki, geçende buyurmuştunuz ki, Şeyh o sözün izâhında kendi kasdından tenezzül eylediler [daha aşağı bir derecede izaha koyuldular]. Tenezzül etmeseler di, O zaman muradları ne idi. Buyurdular ki: Zât-ı baht ve Hüviyet-i sırf mertebesinde bütün nisbet ve izafetler bulunmaz. Bir mertebede ilmî nisbet ve izâfet yoksa, o mertebede gaybları bilen sözü kullanılmaz.
(Reşahât)