Âyet-el Kürsî Tefsîri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Âyet-el Kürsî Tefsîri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Âyet-el Kürsî Tefsîri

Aşağıda yer alan Âyet-el Kürsî Tefsîri, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri tarafından 21 Eylül 1931 (1347 R) tarihinde kaleme alınmıştır.

Âyet-el Kürsî’nin İcâzen Tefsîr-i Şerîfidir

Allâhu lâ ilâhe illâ hû: Cemî’-i nekâisden münezzeh olan Allâh öyle bir ulûdur ki, künh ve mâhiyeti insânları hayretde bırakır.

Kendisine kulluk edilmeğe lâyık ma’bûd-u bi’l-Hakk ve zikri ile kalbleri tezyin etmeğe müstehak ancak O’dur.

Allâh: Cemî’-i sıfatdan münezzeh olmak i’tibâriyle O zâtın ismi ve alemidir. Hakîkî zikir de bu ma’nâ ile olan zikirdir. Zîrâ esnâ-i zikirde zât ile berâber zikir de i’tibâra alınırsa; meselâ Rahîm sıfatı düşünülürse, ki Rahîm; bir şeye rahmet etmek lâzımdır, o şey ise insânlardır, ya’nî zâkirdir, o hâlde rahîm düşünülünce zâkirin nefsine rahmet hâtıra gelir ki zikre nefsin menfa’ati dâhil olur. Böyle zikir de hakîkî olmaz. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de geçen İsm-i Celâller hep birer sıfât ile mevsûfdurlar. Bu âyet-i kerîmedeki İsm-i Celâl, cemî’-i sıfât-ı nekâisden münezzeh ve kemâl ile muttasıf demekdir. Kemâlden birisi de vücûddur.

Allâh ismini kendisine ezelden vaz’ etmişdir. Bu kelime-i mübârekenin aslı, El-İlâh’dır. Arabca’da tekellümde dâimâ suhûlet mu’teber ve mültezem olduğundan Allâh tarzında tekellüm edilmişdir. İsmin medlûlü gâyet azîm olduğundan telaffuzda da bu azameti izhâr lâzımdır. O hâlde, Allâh denmişdir. Nekâisden münezzeh ve kemâlâtla muttasıf dedik.. Nekâis ve kemâlâtı teşhis ve ta’rîfe, akl-ı beşer kâfi değildir. Beşer maklûkdur. Mahlûkiyyet sıfatı ile muttasıfdır. O hâlde nâkısdır. O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine isnâd etdiği şeyleri biz de isnâd ederiz. Kendisini tenzîh etdiği nekâisden biz dahî tenzîh ederiz. Allâh lafzı, sıfâtdan hâric olarak nazar-ı i’tibâra alınınca ya’nî yalnız şahsa delâlet edince, ziyâde azamet bildirir. O’nu bilen kalblere dehşet ilkâ eder. Onunçündür ki; Besmele-i Şerîf’de Lafza-i Celâl’den sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları zikredilmiş, bu dehşetde olan kalblere rahmet ve merhameti bildirerek sükûnet bahş buyurmuşdur. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin selâsîlleri birdir. Aded-i hurûfu fazla olanda rahmet olunanlar dahâ fazladır. Demek ki Rahmân’da dahâ fazladır. Rahmân dünyâda rahmet eder demekdir. Demek müslim ve kâfirler bu rahmete dâhildir. Rahîm ise âhiretde yalnız mü’minlere rahmet edici demekdir. Bunun sıfat-ı rahmeti, Rahmân’dan dahâ kuvvetlidir.

Lâ: Harf-i Nefy-i Cinsdir. Ya’nî vücûdu, medhûlunun cinsinden nefy eder. Lâ İlâhe demek, ya’nî ilah denen şeylerin cinsinin hîçbir ferdi yokdur demekdir. Bu ma’nâdaki Lâ; hurûf-u müşebbehe bil-fi’il’dendir. Bir de Lâm-ı Nâfiye vardır ki, yalnız şahsda vücûdu nefy eder.

Lâ harfi, Lâm ve Elif’den mürekkebdir. Lâ şeklen çevgana benzediğinden, (çevganla topa vurup atdıkları gibi – tenis oyunundaki gibi) vücûdu, cemî’-i ilahlardan atmak ma’nâsı istidlâl ederler. “Elif” ise bütün milletlerin lisânında “bir” rakamı olduğundan dâimâ vahdeti gösterir ya’nî Lâm’ın nefy etdiği vücûdu, Vâhid’de toplar. Demek ki erbâbına Lâ harfinin yalnız şekli bile bir kelime-i tevhîd makâmındadır.

Lâ; hurûf-u müşebbehe bil-fi’il’den olduğundan, kendisinden sonra gelen iki kelimeden birincisini meftûh, ikincisini merfû’ okudur. O hâlde kelime-i tevhîdin Lâ İlâhe İllâ tarzında olması lâzımdır. Lâ İlâhü veyâ Lâ İlâhi dense tevhîd tamâm olmaz. Bu takdirlerde Lâ; Lâm-ı Nâfiye olur ki, vücûdu medhûlunun şahsından ya’nî bir ilahdan nefy eder.

Görüyoruz ki mes’ele ne kadar nâzikdir. Kur’ân-ı Kerîm’i değil Türkçe gibi başka lisânlara, hattâ Arabca’ya bile tercüme etmek mümkün değildir. Lâm-ı Nefy-i Cins yerine yine aynı harf olan Lâm-ı Nâfiye gelmekle kelime-i tevhîd olmuyor. Ya’nî bu sûretde küfr zâil olmaz.

İlâhe: Bu kelimenin aslı yâ Elehe veyâ Elihe veyâ Elühe’dir.

Elehe: Abede ma’nâsınadır. Ya’nî kulluk etmek demekdir.

Elihe: Mütehayyir fîh; ya’nî O’nda hayret edilen ma’nâsınadır.

Elühe: Meşgûl olmak; ya’nî kalbin dâimâ O’nun zikriyle, yâdiyle meşgûl olması demekdir.

O hâlde kelime-i tevhîddeki İlâhe, bu her üç ma’nâyı da şâmildir. Bu kelimeyi teşkîl eden üç harfden Elif; vahdet-i mutlaka’ya, Lâm; şerîksiz ve nazîrsizliğe, He de; hüviyyet-i gaybiyye’ye alâmetdirler. Buradaki İlâhe lafzı, hak ve batıl olan cemî’ ilahlar demekdir.

İllâ: Harf-i istisnâdır. Mâ-ba’dını, mâ-kablinin hükmünden ayırır. Mâ-ba’dındaki Hû ya’nî Allâh’ı, hiç ma’bûd yokdur hükmünden ayırıb, ancak Allâh vardır dediriyor… İllâ yerine Ğayr desek, Lâ İlâhe Ğayrullâh olur ki Allâh’ın gayrısı hiçbir Allâh yokdur demekdir. Bundan Allâh’ın aynı dahâ Allâh’lar vardır ma’nâsı anlaşılır.. Binâenaleyh, Lâ İlâhe Ğayrullâh sözü tevhîdi îfâ etmez. Kelime-i tevhîd, ma’lûm ve müte’ârif olan kelimelerden gayrı kelimelerle söylenilemez. Nerede kaldı ki başka lisânlara tercümesi kâbil olsun.

İllâ’nın mâ-ba’dındaki kelime mâ-kablindekilerden biri ise İllâ’ya istisnâ-i muttasıl derler. Kelime-i tevhîdde olduğu gibi.. Zîrâ mâ-ba’dındaki Allâh kelimesi, mâ-kablindeki ilahlardan biridir. Zîrâ İlâhe, hak ve bâtıl ilahlar ma’nâsınadır.

Mâ-ba’dındaki kelime, mâ-kablindeki kelimenin delâlet etdiği şeylerden biri değilse, buna istisnâ-i munfasıl veyâ istisnâ-i …….. derler. Meselâ; “fesecedû illâ iblîs” gibi, secde edenler melâikelerdir, istisnâ edilen iblîs ise melâike değildir, cindir. Cin olduğu âyet-i kerîme ile sâbitdir.

Hû: O demekdir. Zamîrdir. Kelime-i Celâl’in yerine gelmişdir. Aynı âyet-i kerîmede Lafza-i Celâl geçûb, ikinci def’ada aynı ma’nâda isti’mâl edildi ise Kelime-i Celâl yerine zamîr gelir. Aynı ma’nâda isti’mâl edilmedi ise Kelime-i Celâl bizzât yazılır. Allâhu Lâ İlâhe İllâ Hû’daki Hû yerindeki Lafza-i Celâl; Allâhu Lâ İlâhe’deki Lafza-i Celâl ile aynı ma’nâdadır. Cemî’-i sıfât-ı nekâisden münezzeh, bilcümle sıfât-ı kemâl ile muttasıf olan Allâh demekdir.

El-Hayy: Hayy kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfat-ı müşebbehe ise sebât ve devâma delâlet eder. Hayyu'l-lezî yümkinü en ya'leme ve yakdir ma’nâsınadır. Ya’nî mümkündür ki bilinen şeyleri bilmiş olsun, yapılan şeyleri yapabilmiş olsun demekdir.

El-Kayyûm: Ed-dâimü'l-kıyâmi bi-tedbîri'l-halki ve hıfzıhî demekdir. Kıyâm durdurmak demekdir. Meselâ; bir taşı eline alıb durdurmak gibi.. Taşın havada durması benim elimin tutmasına mütevakkıfdır. Tutmakdan sarf-ı nazar edersem taş o hâlini muhâfaza edemez. İşte mahlûkâtın bulundukları hâli muhâfaza etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın durdurmasıyladır.

Tedbîr; arkası sıra gitmek demekdir.

Lâ te’huzühû: O’nu tutmaz..

Sinetün: İhtiyârların otururken kendilerinden geçtiğine alâmet olmak üzere başlarının öne doğru düşmesi.

Nevm: Uyku.

Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm: O’nu sine ve uyku tutmaz. Ya’nî kayyûmiyyeti dâimîdir, fâsılasızdır. Sine ve nevm tutmak suretiyle hîç haleldâr olmaz.

Lehû mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ard: Semâvât ve mâ fîhâ’deki, arz ve arzdaki şeylerin her biri O’nundurlar. O’nun mahlûkudur, O’na mahsûsdur, O’nun kürsî-yü saltanatındadırlar. Buradaki Lâm; Lâm-ı temlîk ve ihtisâsdır. Ya’nî Lâm’ın mâ-ba’dı, mâ-kablinin mülküdür. Ba’zen de mâ-kabli, mâ-ba’dının mülküdür.

Menzellezî yeşfe’u: Kimdir ki o şefâ’at eder? Ya’nî kimse şefâ’at edemez.

İndehû: O’nun indinde, O’nun yanında.

İllâ bi iznihî: Ancak O’nun izni ile şefâ’at eder.

Ya’lemü mâ beyne eydîhim ve mâ halfehüm: Bu mahlûkâtın gerek önündekilerini ve gerek arkalarındakileri hep O bilir.

Ön: Mahlûkâtın vücûduna takaddüm eden zamânlardaki ahvâl.

Arka: Vücûddan sonraki zamânlar demekdir.

Veyâ; ön, önümüzdeki gelecek zamânlar; arka ise, arkamızdaki ya’nî geçmiş zamânlar demekdir. Ya’nî evvelki ma’nâların aksi demekdir.

Ve lâ yuhîtûne: Mahlûkâtın hepsi bir araya gelse ihâta edemezler, anlayamazlar.

Bi şey’in: Bir şey-i kalîl, cüz bir şey. Şey, irâde-i İlâhiyye’nin taalluk etdiği her şeye derler.

Ademe adem i’tibâriyle, ademde olanlara ademde olmak i’tibâriyle, vücûddakilere vücûd i’tibâriyle irâdesi taalluk etdiğinden, hep şey’dirler. Kendisini kendisi yaratmadığından ya’nî irâdesi kendisine taalluk etmediğinden, kendisi şey değildir.

Min ilmihî: O’nun ilminden, O’nun bildiği şeylerden.

İllâ bimâ şâe: Ancak dilediği müstesnadır. Şâe ve yeşâü, meşiyyet; meşiyyet, istemek demekdir. Şâe, istedi demekdir. Mâ şâe, şol kimse ki o dilemişdir demekdir.

Ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe: O’nun ilminden en küçük bir şey, bütün mahlûkât bir araya gelse kavrayamazlar. Fakat O, dilediği kimselere bildirir.

Vesi’a kürsiyyühü’s-semâvâti vel ard: O’nun kürsî-yü saltanatı, semâvât ve arzdan genişdir. O’nun kürsî-yü saltanatı yanında semâvât ve arz, hiç kalır. Böyle nice nice semâ ve arzlara hükmedebilir.

Ve lâ yeûdühû: O’na ağır gelmez.

Hıfzuhümâ: Bunların muhâfazası.

Ve hüve’l-aliyyü’l-azîm: O Aliyy’dir, yüksekdir. Beşerin tefekküründen, tevehhümünden, taakkulünden.. O Azîm’dir, büyükdür. Büyüklüğü cismen, zerrât i’tibâriyle değildir.. Ma’nendir..

21 Eylül 1347 Rûmî

Pazar ertesi


Eyyûb Sultân












Kaynak:http://www.buyukveli.com/