KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm – A, E, İ, Ü –

 ● Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni [Peygamberin âdâbında gevşeklik göstereni] ve süneni Mustafâviyyeyi [Peygamberin sünnetini] terk edeni ârif zan etme. “CÜNEYD”. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Âhıreti istiyene, Allahü teâlâ, keremi ile, din ve dünyâsına kâfîdir. 4/42.


● “Âhır zemânda bir kavm zuhûr eder ki, râfizî diye adlandırılır. İslâmı terk ederler. Onları öldürün ki, onlar müşrikdirler.” Hadîs-i şerîf. 4/64


● “Âhır zemânda, ümmetime, sultânlardan mihnetler isâbet eder. Fekat, o mihnetlerden şu kimseler kurtulur ki, ilm ve amelin arasını, üstünlük ve mükemmelliğin arasını birleşdirip, üsûl ve fürûdan tafsil üzere Hak teâlânın dînini bilip, islâmiyyetin emrinin îcâbı üzere, amel eyleye. Dîn-i hakkı tahsilde [ele geçirmekde] dili, eli ve kalbi ile mücâhede ede [uğraşa]. İşte o kimse, geçmiş olan se’âdetlere ulaşmış olmakla, kurtulanlardan olur. Ve dahî şu kimseler kurtulur ki, Hak teâlâya ârif olup, sükût eyleyip, eğer hayrişliyenkimseyi görürse, ona muhabbet eyleye. Ve eğer bâtılı işleyen kimseyi görürse ona buğz edip, onunla görüşmeye. İşte bu kimse de zemân ehlinin îmânının za’afı sebebiyle, açığa çıkaramayıp, içinde gizlemek sebebiyle kurtuluşa erer.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Âhır-zemânda bir kavm zuhûr eder ki, Sultân meclislerinde hâzır olup, Allahü teâlânın hükmünün zıddına hükm ederler ve yasak etmezler. Allahü teâlânın la’neti onların üzerine olsun.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Gökdeki melekler, yeryüzünde, Allah için bir araya gelen bir-iki kişinin bulunduğu yere imrenirler. 4/159


● Âfâk ve enfüsün ötesinde zıl yokdur. Asâlet nisbetine başlamak vâkı’ olur. 4/56


● Âfâk ve enfüsde zâhir olan eşyâ, Hak teâlânın varlığına ve kemâl-i kudretine delâlet [işâret] edici âyetlerdir. 6/83.


● Âfâk ve enfüsden geçmek, bir emr-i vicdânîdir ki, kimse ondan geçmedikçe, onun ma’nâsını tâm ma’nâsı ile idrâk edemez. “Tatmıyan bilmez.” 4/205


● Âfâk ve enfüsden temâmen geçip, şü’ûn ve i’tibârâtdan seyr ile zâtın mâhiyyetine resîde olalar [kavuşalar]. 5/131.


● Alın, se’âdet ve şekâvetin açığa çıkdığı yerdir. Kalb, ilmlerin ve sırların mahallidir. 6/238


● Âyine-i bâtınınızı mâh gibi mülâhaza ederim ki [bâtın (kalb) aynanızı ay gibi mülâhaza ederim ki], güneşe tekâbülünde, dolunay gibi [bedr-i kâmil] olmuşdur. 5/7


● İbrâhîm aleyhisselâmı salâtda tahsîs eylemek, [nemâzda teşehhüdde anmak], onun şânına ta’zîm içindir. Ondan sonra gelen her Peygamber, o büyük Peygambere uymakla emr olunmuşdur. 5/53


● İbrâhîm Havvâs, Allahü teâlânın zikrini işitirken, kendinden geçmiş olup, bir hafta sonra, rûhunu teslîm eyledi. 4/18


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” esrâra müte’allik kelâmı konuşurken, Ömer “radıyallahü anh” geldikde, konuşma üslûbunu ve beyân edilen esrârı değişdirdiler. Osmân “radıyallahü anh” geldikde, aynen üslûbu değişdirdiler. Alî “radıyallahü anh” geldikde başka bir üsûl ile tâbir buyurdular. [Ya’nî yine değişdirdiler.] Bu hâl gösteriyor ki isti’dâtların başka başka olması mukarrer (âşikâr) ve fıtratın tegâyyürü (değişmesi) vâkı’ ve mu’teberdir. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hakkında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Allahü teâlânın benim kalbime akıtdığını, Ebû Bekrin kalbine akıtdım) buyurmuşlardır. 6/120.


● “Ümmetimin ümmetime en merhâmetlisi Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”. 4/22 [Fâideli Bilgiler: 208, Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” fenâda ferd-i kâmil idi. 5/61 [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hutbede buyurdu ki; Resûlullahdan işitdim ki, gerçekden şübhesiz ki, insanlar bir kötülüğü gördükde, onu tagyîr eylemeseler [ortadan kaldırmasalar], onun cezâsını Allahü teâlâ, onlara da ta’mîm eder [Bu cezâya onlar da dâhildir], buyurdu. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ebû Bekr Tamistânî demişdir ki, tesavvuf ızdırabdır. Sükûn gelince, tesavvuf kalmaz. 4/227


● Ebû Alî Dekkak, Ebûl Kâsım Kuşeyrîye, rü’yâda dedi ki; “Dünyâya geleyim de... [dünyâlık için değil] nâsı (insanları) uyandırmak için, insanın başlangıç ve sonunu bilmesi lâzım geldiğini duyurmak için..]” 4/102


● “Cebrâîl aleyhisselâm bana geldi, dedi ki: Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! İstediğin gibi yaşa, muhakkak öleceksin. İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğini yap, muhakkak karşılığını göreceksin”. Hadîs-i şerîf. 6/174


● İttibâ’i sünnete say’ edip [Sünnete yapışmağa gayret edip], tâ’at vazîfesi ile zemânı değerlendirmeğe tam gayret edeler. 4/117


● Eser, birşeyin mâhiyyetine âid olan, eserlerden ibâretdir. Meselâ ateşin yakması gibi. 5/87


● Uzak düşmüş ahbâbı hayr düâ ile yâd edeler. 6/223


● Allahü teâlâdan gelen din ile bütün insanlar mes’ûldür.


Bu din, bütün insanlara gelmişdir, ba’zı şahslara değil. 4/39.


● Ahkâm-ı islâmiyye, ilâhî emrler ve yasaklardır. Hitâb-ı ezelîdir ki, Allahü teâlânın kelâm sıfatına te’alluk eder. 4/123.


● Ahkâm-ı islâmiyye ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakda ve yasaklardan kaçmakda kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sofiyyenin hizmetine bağlı ve onların muhabbetine âiddir. 5/158 [Kıyâmet ve Âhıret: 104.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin ortadan kaldırılması ilhad ve zındıklıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bâtınî hâller ve ma’nâlar, misâller şeklinde açığa çıkar ki, idrâke yakîn ola. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ahvâl ve mevâcîde tâlib olan kimseler mâsivâya tutulmuşdur. 4/128 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İhtiyâc vaktinde, sebeblere yapışmayıp, bu yol ile zarar hâsıl olursa, âsî olurlar. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● İhtilât-ı halk [halk ile görüşme], eğer onların hukûkunu yapmak niyyeti ile olursa, zikr olur. 4/160


● Ehâss-ı havâs, zulmânî ve nûrânî perdelerden halâs ve şühûd ve müşâhededen kurtulmuşlardır. 6/113


● İhlâs-ı şerîf sûresinin tefsîri. 4/76


● İhlâs, fenâsız ve muhabbet-i zâtiyesiz tasavvur edilemez. 4/51 [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● İhlâsın hakîkatine erişmiş olan, tarîkde [tesavvuf yolunda] lâzım olan uğraşmakdan kurtulmuşdur. Her ne işde olursa olsunlar, Allahü teâlâ içindir. Niyyet etsinler, gerekse etmesinler. Niyyetin lüzûmu ihtimâl olan şeydedir. Onların nefsleri, Allahü teâlâ için fedâ olmuşdur. Ben demeği şirk bilirler. Evvelce ne etdiler ise, kendi nefsleri için ederlerdi. Ve niyyete muhtâc değiller idi. Şimdi de, niyyete muhtâc değillerdir. Böyle bir ârife eziyyet edip, edebsizlik etmek, Hak sübhânehu ve teâlâya edebsizliğe varır.


Zîrâ ona nisbet olunanlar, külfetsiz Cenâb-ı Hak teâlâya nisbet olurlar. Her-gâh, o ârifin a’mâli bî ihtiyâc [ihtiyâcsızlık] değildir. Lâkin fil-hakîka Hak teâlânındır. Bu kıyâs üzere onun, Mevlâsı celle ve a’lâya ta’zîm ve itâ’at olunup, bu i’tibârla, Kelâm-ı Mecîdde vârid olmuşdur ki, meâlen: “Resûle itâ’at eden, Allahü teâlâya itâ’at etmiş olur.” Nisâ sûresi 80.ci âyeti. 4/160.


● Ahlâk-ı reddiye [kötü ahlâk], ademin [yokluğun] kötülüğünden ötürüdür. 6/67.


● Bî-edebin [edebsizin] hiçbiri, Allahü teâlâya vâsıl olamamışdır. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ezândan sonra, (Veb’ashü mekâmen Mahmûden illezî ve’ adtehü, inneke lâ tuhlifül mîâd) demek, rivâyet edilen mühim bir haberdir. Ecr ve sevâba kavuşmak içindir. Yoksa Allahü teâlânın va’di, elbette vuku’a gelecekdir. 5/53


● İrâde, rızâyı gerekdirmez. Zîrâ, küfr ve isyânlar, Hak celle ve a’lânın murâdıdır. Fekat, mardîsi [beğendiği] değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● İrâdeden hurûc edip [kendi irâdesini terk edip], Hak teâlânın irâdesine teslîm olalar. 5/115


● İrâdenin ortadan kalkması, vilâyetin şartıdır. Ma’nevî kuvvetlerin cezbesi olmadıkça, sâdece sûrî ameller ile, nasîb olmaz. 5/4


● İrâdenin sarf-ı abdden vâki’ olup, [Kul irâdesini sarf edip,] Allahü teâlâ (dilerse) halk eder. 5/83


● İrâde aslında [bizzât] kemâl sıfatdır. Onun çirkin olması, çirkinlik ile alâkasındandır. 5/52


● İrâde olmayıp, insanlar mecbûr olsaydı, dünyâda zâlimlerin kınanması [kötülenmesi], isyân edenlerin cezâlandırılması olmazdı. 5/83 [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Erzâk-ı ibâde [kulların rızklarına] Allahü teâlâ kefîldir.


Eğer az bir çalışmakla tahsîli mümkin olursa ne a’lâ, ne güzel. Ve illâ ardına düşmeyeler. 5/22


● Arz-ı ribâtda [muhârebede] edâ olunan nemâz, ikibin kerre bin (iki milyon) nemâza müâdildir (eşdeğerdir). “Hadîs-i şerîf”. 4/64


● Ervâh ve berzah-ı sugrâ [Rûhlar ve rûhun mahşere kadar kaldığı âlemler] bahsleri ziyâde nâzikdir. Bu bâbda zan ve tahmîn ile konuşmağa cür’et eylemeyeler. Nasslar ile sâbit olanlara kısaca îmân eylemek lâzımdır. Onun tafsîlini Allahü teâlânın ilmine havâle eyleyeler. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ervâh-ı mükemmel [olgun ve üstün kimselerin rûhları], Allahü teâlânın dilemesi ile, cesed şeklinde görünmüş, acâib şeyler yapmışlardır. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ervâhın [rûhların] müşâhedesi kemâl değildir. Kemâl, bâtının mâsivâyı bilmekden ve görmekden kurtulması [unutması]dır. 6/33


● Ez gubâr-ı nâka-i Leylâ ki Mecnûn sâlehâ çeşm ber reh daşt, girdi zin beyâbân ber nehâst. [Mecnûn Leylânın yolunu beklerken, yıllarca çöle bakdı. [Yol gözledi]. Çölden bir toz kalkmadı.] 5/47


● Esbâbın ref’inde [sebeblerin kaldırılmasında], hikmetin yok olması vardır ki, onun zımnında [arkasında] maslahatlar [fâideler] olabilir. 2/62 [Se’âdet-i Ebediyye: 746.]


● Esbâb [sebebler] vardır. Lâkin hakîkî müessir Allahü teâlâdır [Onun fi’lidir]. 4/110


● Esbâba mübâşeret [sebeblere yapışmak] tevekkülü bozmaz. Te’sîri Allahü teâlâdan bilip ve i’timâd Ona olup, sebebleri kat’î olarak ortaya koyalar. Sebeblerden kat’î olarak kurtuluşa çâre yokdur. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Esbâb [sebebler] üçdür: Vehmî, terk edilmesi lâzım olan sebebler. Kat’î olarak bilinenlerin yapılması vâcibdir.


Şübhe ve zanlı olanların yapılması zanlı ve şübhelidir. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Esbâba [sebeblere] yapışdıkdan sonra, sebebler dolayısiyle, Hak teâlâ eser halk ediyor. 5/52


● İstihâreler tekrâr tekrâr (yedi def’a) yapıla. İlticâ ve tezarru’ eyleyeler. Eğer, zahmetsiz kalbde arzû ve sînede açılma hâsıl olursa, o emre [işe] müteveccih olalar. 5/42 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● İstihârede, bir emrin [arzûnun] hâsıl olmamasından ve rü’yâ görmemekden ve kanâat hâsıl olmamasından, dağınık fikrde olmayınız. Zîrâ, vilâyet ve kurb, ona bağlı değildir. Ve herbirinin yokluğu kemâlde sebeb-i noksan olmaz. Yüksek himmet sâhibi olup, en yüksek maksada ulaşmağa teşebbüs ediniz. Hasenâtlar fazla bulunsun, gerekse bulunmasın. 5/73


● İstigfâr, belâların ve sıkıntıların [şiddetli] kaldırılması için, fâideli ve mücerrebdir. [Tecribe olunmuşdur.] 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● İstigfâra sabâh ve akşâm devâm lâzımdır. Bir kimse, yirmibeş kerre dese, beytinde [evinde], ehlinde [âilesinde], dârında [memleketinde ve şehrinde] ve bulunduğu beldede, istenmiyen birşey ile, karşılaşmaz. 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● İstikâmet, kerâmetin fevkıdir [üstüdür]. Cem’ıyyet ve istikâmet üzere olalar. 4/151


● El-istikâmetü fevkal kerâmeti. [İstikâmet, kerâmetin üstündedir.] “Hûd sûresi sakalıma ak düşürdü.” Hadîs-i şerîf. 6/213


● Esrârın [sırların] çoğu kayda ve kitâba gelmez. Sohbet ve konuşmağa bağlıdır. 4/123


● İslâm, îmân üzerine atf olunduğu [bağlandığı] mahallerde, îmân, kalbin tasdîki, islâm, görünürde teslîm olma ma’nâsınadır. 5/53


● İslâmın beş şartından birine halel gelirse, islâma halel gelir. [Biri yapılmazsa, o şart yapılmadığı için, islâmiyyet eksik olur.] 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564.]


● İslâm garîb olmuşdur ve gitdikce de ziyâde garîb olur. Yeryüzünde Allah diyecek kimse kalmasa gerekdir. 4/178 [Eshâb-ı Kirâm: 272.]


● İslâm-ı hakîkî, nefs-i emmârenin inkıyâdına [teslîm olmasına] bağlıdır. Nefsin itminânından evvel kalbin tasdîki ile hâsıl olan islâma, islâm-ı mecâzî derler. 4/64


● İslâm-ı hakîkî, makâmât-ı sülûkun tayyından sonra [sülûk konaklarının geçilmesinden sonra] ve nefsin itminânından sonra hâsıl olur ki, bahs edilen bu kemâller ism-i zâhire teâlluk eder. 6/35


● İslâm-ı hakîkî, ârifin yolunun dönüşsüz olması ve tam olgunluğun asla katılmış olmasıdır. 6/63


● İslâm, uyanıklık yoludur ve netîcesi tenzîhdir. 4/79


● İslâm-ı tarîkat, cem’ül cem’ makâmı olup, küfr tarîkati müteâkip hâsıl olur ve halkı Hak sübhânehudan ayrı görüp, zikr ve nemâza rağbet eder. 6/207


● İsm, ismlendirilenin aynasıdır. Şühûd vaktinde ayna gizlidir. Ve zâhir olan, hemen aynada görünendir. İsmle vukû’ bulmayı, zât ve müsemmâ ile tahakkuk zan ederler. Ve bu benzetmek ve aynanın gizli olması sebebiyle, temâmen gizlenmiş sıfata, zâtdır, derler. Zât ile sıfat, birbirinden, ilmde ayrılmışdır derler. Lâkin hak olan budur ki, Allahü teâlânın sıfatları, hâricde ayrıca vardır. 5/102


● İsm ve ma’nâ ve diğer elfâzın [sözlerin] Hak teâlâ hakkında söylenmesi, ifâde edecek söz bulunamadığındandır. Hak sübhânehuyu, lafzın ve ma’nânın, âfâk ve enfüsün ve tecelliyât ve zuhûrâtın ve tevhîd ve ittihâdın ve müşâhedât ve mükâşefâtin ötesinde olmak üzere aramak gerekdir. 6/122


● İsm-i ilâhî celle sültânühu ile bekâ eyleyip, hakîkat-i sübûtiyye hakîkat-ı ademiyyenin cânişeni oldukda, ârifde müdir ve mütasarrıf hemen o ism olur. Ve o ismin evsâfı ile muttasıf ve mütehalli [zinetlenen] olur.


O ismin hayâtı ile hay ve ilmi ile âlim ve sem’i ile semî’ ve basarı ile basîr ve kelâmı ile mütekellim ve irâdeti ile mürîd ve kudreti ile kâdir olur. Zîrâ her ism-i ilâhî celle sültânühu esmâ ve sıfatı mütezammındır. Çünki her esmâ zıldir, başkadır. Ve o ismin cüz’iyâtından bir cüzdir. Ârif, zıl yolundan asla bağlanıp, ism-i sâbık renginde ism-i lâhıkın evsâfı ile muttasıf ve ol asldan bu asla mülhak olup, asl-ı sânîden asl-ı sâlise ve ilâ mâşâ Allah mütehakkık olur. 4/204


● Her ism-i ilâhî bütün ismleri ve sıfatları kendinde toplar. 5/52


● Esmâ-i ilâhîden [ilâhî ismlerden] her birinin aslı, şu’ûn ve zâtın yüceliğine ulaşır [nihâyet bulur]. 4/24


● Esmâ-i ilâhîden [ilâhî ismlerden] her birinin bütün ismleri ve sıfatları toplaması, onlar ile sıfatlanmış olması demek değildir. Belki ismin sıfatlar ile alâkalı olması ve sıfatlar ile şartlanmış olması, kendisinde hâtırlanmakdır. Meselâ, ilmin ismleri kendinde toplaması, hepsine alâkası olması i’tibâriyledir. Tekvînin câmi’iyyeti ilm, kudret, irâde ve gayri kemâl sıfatlarını içine alması i’tibâriyledir. Sanki ondan alınmışdır. Kudret ve irâdet, hayât ile şartlıdır. Ve ilm için lâzımdırlar. İlmin topladığı şeyler, bu sıfatdan alınmışdır. Ve kelâm onları şâmil olduğu i’tibâriyle içine alır. 5/52


● Muhammed Eşref, Muhammed Ma’sûmun mahdûmzâdesidir. 4/238


● Eşref sâat, cevf-i şebdir [gece yarısıdır.] 4/144.


● Eşyâ ezdâdıyla tebeyyün eder. [Eşyâ zıddıyla tanınır.] 4/17


● Eşyânın mebde-i te’ayyünü, esmâ-i ilâhînin zıllidir. İsm-i ilâhî mebde-i teayyünün aslı olup, ism-i küllîdir. Mebde-i te’ayyün o küllînin cüz’iyyâtındandır. İsm-i küllînin aslı da şân-ı zâtâ olup, zât-ı teâlâda mücerred i’tibârdır. 5/135


● Eşyâya hakîkî mâlik odur. Lâkin, zâhirde kendi kullarından her kimi mâlik eylediyse, hesâba çekilme onunla alâkalıdır. 5/53


● Eshâbın cümlesi, sohbetin şerefi sebebiyle, ölmeden önce ölmek ile müşerref oldular. 6/24


● Eshâb-ı kirâm vilâyetin en yüksek tabakasındadırlar. 6/19


● Eshâb arasındaki muhârebeler, düşmanlıkdan dolayı değildi. İctihâd yüzünden idi. İctihâdda hatâya da bir derece sevâb verilir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Eshâb-ı kirâm sohbet bereketiyle kemâle ulaşdı. Ümmetin evliyâsından öne geçdiler. 4/88


● Eshâb-ı kirâmda hâller ve kerâmet fazla mikdarda zuhûr etmemişdir. Zîrâ dünyâ amel yapma yeridir. Âhıret mükâfât yeridir. Eğer amelin karşılığı olan meyvelerden bir kısm bu dünyâda ihsân olunursa, âhıret derecelerinin noksan olmasına sebeb olur. Bunun için, dünyâda amelin meyveleri verilen ba’zı kimseler görülmüşdür ki, ölümü ânında, bu işlerin olmamasını temennî ederler. 4/189


● Eshâb-ı kirâmdan iki şahsı Müseylemet-ül-kezzâb yakalayıp, birisine sorup, Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûlullah olduğuna şehâdet eder misin dedikde, evet şehâdet ederim ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûlullahdır, cevâbını vermişdir. Müseyleme yine süâl edip, benim dahî Resûlullah olduğuma şehâdet edermisin dedikde, evet dedi. Onu bırakıp, ikinci şahsı getirtip, Muhammedin Resûlullah olduğuna şehâdet eder misin dedikde, o kimse evet dedi. Müseyleme, benim dahî Resûlullah olduğuma şehâdet edermisin dedikde, o kimse, ben işitmemek illetine mübtelâyım dedi. Müseyleme süâlini üç kerre tekrâr edip, o kimse dahî çok sağır olduğunu söyleyip, onun risâletini ikrâr etmedi. Ona gadab edip, şehîd eyledi. Bu vak’a Resûlullaha erişdikde, buyurdular ki, maktûl olan şahs yakîn ve sıdk yolunu tutmuşdur. Şehîdlik rütbesine mâlik olmuşdur. Diğeri ruhsat yolunu ihtiyâr edip, kendisinden zulmü def’ eylemiş. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İslâh-ı cesed [bedenin islâhı], kalbin islâhına bağlıdır. Bedenin fesâdı dahî, kalbin fesâdına bağlıdır. 6/178


● Aslın zuhûru ne kadar çok ise, zılde dahî mahv ve telâş o kadar çok olur. 4/121


● Üsûllerden ve üsûllerin aslından mücerred, zâta [Allahü teâlâya] kavuşmak mümkin değildir. 4/1


● Üsûl-i dinde [i’tikâd edilecek şeylerde] hâtıra gelen şey ve vesveselerin menşe’i hannâsdır ki, sadrdadır [şeytândır ki, göğüsdedir]. 4/190


● Çocuklara dahî, âhıretde ma’rifet hâsıl olması ve bunlara akl ve şu’ûr i’tâ edilmesi mümkindir. Meselâ, o günde müşrikler tevhîd ehli olurlar [ya’nî inanırlar] ve derler ki, (Allahü teâlâ Rabbimizdir, biz müşriklerden olmadık.) 6/173


● İtmînânın [kalbin mutma’inne olmasının] alâmeti, nâzil olunmuş ahkâma tam uymakdır. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]


● İtmînândan evvel nefs, ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine uymakdadır. 4/186


● Bir gün i’tikâf eden kimse ile Cehennem arasında üç hendek olur ki, herbiri hâfikayndan [magrib ile meşrık arası mesâfeden] dahâ çokdur. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● İ’tibârât-ı ilâhî, meselâ i’tibârât-ı mescûdiyet ve gayri gibidir. 6/105


● İ’tizâr edenin [özr dileyenin] özrünü kabûl etmelidir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Allahü teâlâyı en iyi tanıyanlar, en çok hayrete düşenlerdir. 5/86


● A’mâl-i hasene arasında, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” nakl olunmuş ve onun ameli olup, hasâisinden olmıyanları, âhıretde sevâb almak niyyetiyle îfâ etmek, [yapmak] için, izne ihtiyâc yokdur. Peygamberin ameli ümmete izndir ve sünnetdir.


Hâcetlerin hâsıl olması, müşkilâtların halli için, ba’zı ameller ve zikrler ve düâlar ve rukyeler mürşidin iznine bağlıdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● A’mâl-i sâliha sevâbını mü’min ve mü’minâtın temâmının rûhlarına hediyye eylemek güzeldir. Her birine tam sevâbı ulaşır. Hakkında niyyet olunan meyyitin ecri dahî hiç noksan olmaz. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● A’mâl-i uhrevîde tevekkül, bî ma’nâdır [Âhıret amellerinde tevekkül olmaz]. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● A’mâlde [amellerde] her ne kadar kusûr hâtıra gelirse [ya’nî amellerini kusûrlu görürse], kıymeti çok olup, kabûl olunmaya lâyık olur. 6/225


● Amellerin ve tâ’atlerin ve zikrlerin kabûlü, ihlâsa bağlıdır. 5/133


● “Amellerin efdali, mü’minin kalbine sürûr (sevinç) vermekdir. [Mü’mini sevindirmekdir.]” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Ummâlüküm a’mâlüküm. [Yapdığınız amellere göre idâre edilirsiniz.] 6/34 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● A’mâl-i sûriye [sûrî ameller], mücerred ma’nevî cezbe kuvveti olmadıkca, insanı varlığı sevmekden ve enâniyyetden kurtaramaz. 4/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Amel yap ve istigfâr et. Bu dünyâda amel istenmişdir ve zarûrîdir. Kabûle lâyık bilin, gerekse bilmeyin, ibâdet yapmak ve ondan istigfâr etmek gerekdir. Ve yalvararak onun kabûlünü istemek gerekdir. 6/68


● A’yân-ı sâbiteye sofiyye-i aliyye izâfî yokluklar derler ve mümkinâtın hakîkatleri olarak tasavvur ederler. 4/130.


● A’yân-ı sâbite mümkinâtın hakîkatıdır. (Muhyiddîn-i Arabî) 6/207.


● Agniyânın [zenginlerin] sohbetine rağbet etmeyeler. Ve fakîr ve nâ-murâd olmağı azîz bileler. 5/25


● Agniyâ [zenginler] ile sohbetden uzak olalar. Ve zarûretsiz onlar ile berâber olmayalar. 6/97


● Ah yazık ki, ömr temâm oldu. Ve hiç amel vücûda gelmedi. Dünyânın vefâsız olduğu açıkdır. Fitne ve musîbetler peşpeşe gelmekdedir. Dostlar ve ciğerpâreler vefât edip, göçüp gitdi. Yine hiç uyanmak ve hâtırlamak ve tevbe ve sığınma yokdur. Gaflet artmakdadır. İsyân ile geçen günler artmakdadır. Bu nasıl îmândır. Ve ne şekl müslimânlıkdır. Ne kitâb ve sünneti kabûl ederler. Ve ne açık işâretlerin görülmesinden ibret alırlar. Fikr ve endişe lâzımdır ki, bir yerde berâber giden eski dostlar, câna yakın, hep berâber olanlar nice oldu ve nereye gitdiler. Cân dostu olan dostlardan hiçbir eser ortada yok. Ve hiç onlardan açık nişân meydanda yok. Yaz harmanı gibi, yokluk rüzgârı, onların nişânını dahî bırakmadı. Öyleyse bizim gibi geri kalanlara lâzımdır ki, şu birkaç günlük ömrü gaflet ile telef ve gözü açık uyku ile [tavşan uykusu ile] zâyi’ eylemiyelim. Bu fânî serâya gönül bağlamayıp ve bu insafsız kahbeye aldanmıyalım ve muhabbet bağlamış olmıyalım. Temâmen cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak için, bütün gücü harcamalı, nefs ve şeytânın tuzağından, hevâ ve hevesin girdâbından kenâra (sâhile) çekilmeğe çok gayret edelim. Ve kabr ve kıyâmet her zemân gözümüzün önünde olup, kendimizi ölmüşlerden sayalım. Böyle düşünmemiz emr olundu. Var gibi bilinen hayât ve vücûddan soyulup, ölümden önce olan ölüm ile vasflanmak yoluna gidelim. Ve kendimizi gerçek bir ölü ve aslî bir yokluk gibi sayalım. Yokluk ki, kendini var gibi sayıp, vücûd ünvâniyle ortaya çıkmış olup, kendinin kıymet sâhibi olduğunu iddiâ ediyor. Halk arasında gülünç olması yerindedir. Dünyânın süsleri sebebi ile kendilerini değişdirmeyeler ki, dünyâ fânî ve helâk olucudur. Sâbit değildir. Şekerle kaplanmış bir zehr ve altın kaplanmış necâset gibidir. Bu zehr ile ebedî ölüme tutulmak ve dâimî hüsrâna yakalanmak açıkdır. Varlık ve ona tâbi’ olan şeyler hakîkî vücûd sâhibine yakışır ve ona lâyıkdır. Ve mümkinin üstünlüğü, üstünlük iddiâ etmemesindedir. Noksanlığı da hayrlardan uzaklaşmasıdır. 6/156 [Hak Sözün Vesîkaları: 353.]


● Efdal-i tâ’at [tâ’atlerin efdali], dostlara, Evliyâya muhabbet ve düşmana düşmanlıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ef’âl ve harekâtın [işlerin ve hareketlerin] cümlesinde teşebbüs edip, niyyet etmelidir. Ve sâlih niyyet zuhûr etmedikce, hiçbir amele [mümkin olduğu kadar] başlamamalıdır. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ef’âl-i abd [Kulun bütün fi’lleri] hayr ve şerden, cümlesi, Hak teâlânın takdîr ve irâdesiyledir (dilemesiyledir). Takdîr yaratmakdan ibâretdir. 5/83. [Cevâb Veremedi: 346.]


● Eksirû ihvâneküm fiddîn. “Din kardeşlerinizi çoğaltınız.” 4/22 [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● İnsanlarla haşr-neşr olmak, iflâs alâmetlerindendir. 5/6


● Elbise kestirmek için gün ta’yin eylemek sâbit olmamışdır. 5/51


● Elbise-i fâhire [güzel elbise], latîf içecekler, nefis yiyecekler, Allah için câiz, riyâ ve öğünmek için ma’siyyetdir. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Elhâmdülillahi alâ külli hal. Ve e’ûzü billâhi min hâl-i ehlinnâr. [Her hâl üzere Allahü teâlâya hamd olsun. Cehennem ehlinin hâlinden Allahü teâlâya sığınırım.] 6/151.


● “Hikmet on kısmdır. O on kısmın dokuzu uzletdedir. Biri de susmakdadır.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Esselâmü alâ menittebe’al hüdâ. (Hidâyetde olanlara selâm olsun.) Ve Muhammed aleyhisselâma uymayı seçenlere. “aleyhi ve alâ âlihî minessalevâti efdalühâ, minetteslimâtü ekmelühâ.” 4/75.


● Ülfet eyle. (İnsanlarla görüş, konuş). Onlara gönlünü kapdırma. [İhtiyâcın kadar görüş.] 4/16


● Allahü teâlâ, mâsivâya köle olmakdan kurtarıp, temâmen cenâb-ı Kudsîsine bağlayıp ve ma’mûr eyleye. Yakınlık derecelerinde yükselmeler vere. 4/75


● Allahü teâlâ kendi mevcûdiyyetinde, kendi zât-ı mukaddesinden gayra muhtâc değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Allahü teâlâya olan muhabbetin kadar, halk sana muhabbet eder. Senin Allahü teâlâdan korkun kadar, halk dahî senden korkar. Ve Allahü azze ve celle ile meşgûliyyetin her ne kadar olursa, nas dahî senin emrinde o kadar meşgûl olurlar. Temâmen Hak teâlâya müteveccih ol (dön) ve kimseye teveccüh eyleme. Nefsin seni meşgûl etmesin. Allahü teâlânın fadlından gayra i’timâd eyleme. 5/109.


● Allahümme innî es’elüke fi’lel hayrâti ve terkel münkerât ve hubbel mesâkîn ve en tegfire-lî ve terhamenî ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn ve es’elüke hubbeke ve hubbe men yühibbüke ve hubbe amelin yükarribünî ilâ hubbike. (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” okurlardı.) [Yâ Rabbî! Hayr işleri yapmağı, kötü işleri terk etmeği senden isterim ve miskinlerin sevgisini isterim ve beni bağışlamanı ve merhamet etmeni isterim, kavmim arasında bir fitne irâde buyurduğun zemân, beni fitneye düşmeden vefât etdir! ve senin sevgini, senin sevdiklerinin sevgisini, beni senin muhabbetine yaklaşdıracak amelin sevgisini isterim.] 5/5


● Âfâkî putlara kul olanlar, Zât-i ilâhî düşmanlarıdır. Enfüsî putlara kul olanlar sıfât-ı ilâhî düşmanlarıdır. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Elvân ve envârın [renklerin ve nûrların] görünmesi fenâya muhâlif değildir. 4/154


● Elem ve üzüntü, ayrılık ve musîbet, mâdem ki Allahü teâlânın irâde ve takdîriyledir. Ona râzı olmak lâzımdır. 4/72. [İslâm Ahlâkı: 559.]


● İlhâm hatarât cümlesindendir. Yakîn hâsıl olması ve zann-ı gâlib vardır. Bâtının açılması vardır. Hatarâta menşe’ [başlangıc] ise nefsdir. 4/133


● İlhâm zannîdir. Hâsıl olması umulur. 6/87


● “Allahü teâlâ semâvâtın ve erdın nûrudur” âyet-i kerîmesinin ma’nâsı, sonradan yaratılmışlar, yokluklar olup, başdan başa zulmet ve şerlerdir. Ve onlarda olan hayr ve kemâl, hüsn ve cemâl vâcib-i teâlâ ve tekaddesdendir. Lâkin bu nûr zıller vâsıtası ile olup, “Allahü teâlânın mü’minin kalbindeki nûru, fener içindeki mum gibidir” âyet-i kerîmesi bunu irâde buyurur. 4/113


● İlhâm zannîdir. Kat’i değildir. Kat’ıyyet vahye bağlıdır. 5/116


● İmâm ile iftitâh tekbîri almağı, tecellîlerden ve zuhûrâtdan dahâ iyi bileler. 5/87


● İmâm-ı a’zam, ömrünün sonunda, iki sene ictihâdı terk edip, uzlete çekilmişdir. 5/61 [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● İmâm-ı a’zam dört bin altın kıymetinde elbise giyerdi. Ve güzel elbise tavsiye ederdi. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● İmâm-ı a’zam, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkdan süâl edip, Yâ ibn-i Resûlillah! Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzûlarına bırakmış mıdır, dedikde, cevâbında, Allahü teâlâ, rubûbiyyetini, [yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü] kullara bırakmakdan münezzehdir buyurdu. Yine süâl edip, onlara cebr eder mi, dedikde, cevâbında; cebr yokdur. Yaratmağı kullara bırakmak da yokdur. İkisi arası olagelmekdedir, buyurdu. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdıkda ayrı ayrı iki nisbet vardı ve birbirinden ayrılmış idi. Nisbetin biri, yüce ceddi tarafından Alî “radıyallahü anh”a ulaşır. Diğeri annesinin ecdâdından Sıddîk-ı ekberden “radıyallahü anh” alınmışdır. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● İmâm-ı Rabbânî kaddesallahü sirrehül’azîz, müceddid-i elf-i sânî idi. 5/2


● İmâm-ı Rabbânî vilâyet-i Muhammediyye ve vilâyeti Mûseviyyenin terbiyet yaftesı olmuşdur. [Her ikisi ile yetişdirilmişdir.] 4/180.


● İmâm-ı Rabbânînin seyri [ilerlemesi] bir noktaya vâsıl olmuşdur ki, asl noktaya akreb [çok yakın] noktadır. Onun üstünde seyr düşünülemez. 4/63


● İmâm-ı Rabbânînin hakîkat-i Muhammediyyeye vusûl bulduğu [kavuşduğu]. 4/180


● İmâm-ı Rabbânînin seyri, seyr-i murâdî [Murâdların seyri, çekilenlerin seyri] olduğu. 5/101


● İmâm-ı Rabbânînin sohbetinde hâsıl olan feyzler ve bereketler. 6/91


● İmâm-ı Rabbânînin, İmâm-ı a’zam ve imâm-ı Şâfi’î ile keşfen bir araya gelmeleri. 4/231.


● İmâm-ı Rabbânî, kutbiyyet ve ferdiyyetin kemâlâtını dahâ başlangıçda kendinde toplamış idi. 4/154


● İmâm-ı Rabbânînin nisbeti, nisbet-i Eshâb-ı kirâmdır. [Ya’nî Eshâb-ı kirâmın nisbetidir.] 6/206.


● İmâm-ı Rabbânî, tecellî-i zâtî ile şereflendi. 4/183


● İmâm-ı Rabbânî, sâbikûndan idiler. 5/34


● İmâm-ı Rabbânîye, (Seni ve kıyâmete kadar sana tevessül edenleri magfiret eyledim) diye ilhâm olundu. 4/225


● İmâm-ı Rabbânî, Ehl-i beyt-i nebevî kemâlâtına gark olmuşlardı. 4/193


● İmâm-ı Rabbânînin sînesinden [göğsünden] vesvese veren şeytânı ve onun avânesini ihrâc eylemişlerdir. 4/190


● İmâm-ı Rabbânînin, Cenâb-ı Hakkın, dâire-i gadab, dâire-i istignâ [ihtiyâcsızlık dâiresi], rahmet dâiresinde seyri. 4/45


● İmâm-ı Rabbânî, Kur’ân-ı kerîmdeki hurûf-ı mukatta’a ile mümtâz oldular. [Onun sırlarına erişdiler.] 6/157


● İmâm-ı Rabbânî, zemânın halîfesi ile yol berâberliği yapıp, Ecmir seferine gitmişlerdir. 4/238


● İmâm-ı Rabbânîye vefâtından altı gün evvel hummâ geldi. 4/193


● İmâm-ı Rabbânînin ölüm hastalığı sıtma idi. 4/183


● İmâm-ı Rabbânînin vefât târîhi 1034, Seferinin 28.ci salı günü idi. 4/86


● İmâm-ı Rabbânînin yaratılışı, Nebî aleyhisselâmın artık toprağındandır. 6/198


● İmâm-ı Rabbânînin mezârından, üstün kemâlâtlarının feyzi alınmakdadır. 4/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İmâm-ı Rabbânî Lahorda Hacı süvâyı sokağında Hâce Kâsımın eski hânesinde bir-iki ay ikâmet buyurdular. O hâne köhne olmakla, telâpür sokağında diğer hâneye intikâl buyurdular. 4/25


● İmâm-ı Gazâlî, Fârâbî ve İbni Sînâyı tekfir eylemişdir. [Küfre düşdüklerini söylemişdir.] 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959], 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İmâm müezzinden mutlaka efdaldir. Me’amâfih imâmda ezânın fazîleti yokdur. 6/24


● “Emr-i münkeri gördükde [İslâmiyyete uygun olmıyan bir iş gördükde] değişdirilmesine kâdir olmadığınız vaktde, sabr ediniz. Allahü teâlâ, onu tagyir eder [değişdirir].” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Emr-i ma’rûf ve nehyi münker bütün müslimânlara vâcib ve küffâr ile cihâd gibidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Yâ emr-i ma’rûf ve nehyi münker edersiniz, veyâhud Allahü teâlâ sizin üzerinize gadab gönderir. O vakt, düânız kabûl olmaz.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Emr-i ma’rûf olmıyan memleketde, emrlere itâ’at etdiği hâlde, ya’nî mutî’ olduğu hâlde üzülmiyenler helâka müstehakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● (Belkıs dedi ki: Pâdişâhlar hasmâne bir şehre dâhil olduklarında, ol şehri harâb ve ehâlisinin azîzlerini zelîl ve esîr eder ve filhakîka bu işi işler.)


Neml sûresi 34.cü âyet-i kerîmesi meâli. 4/66


● “Allahü teâlâ, (şübhesiz ki) ni’metlerin eserini kulu üzerinde görmeği sever.” Hadîs-i şerîf. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● “Allahü teâlâ, bid’at sâhibinin (işleyenin) orucunu, nemâzını, haccını, ömresini, cihâdını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi islâmdan çıkarlar.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Şübhesiz ki, Allahü teâlâya kullarının en sevgilisi, Allahü teâlâyı kullarına sevdirendir.” Hadîs-i şerîf. 4/117.


● “Şübhesiz ki ben, dünyâyı îmâr etmek için değil........” hadîsi. 4/155.


● “Allahü teâlâ sâdık olan tüccârı sever.” Hadîs-i şerîf. 4/202. [İslâm Ahlâkı: 562.]


● “İnsanoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Bu bozulursa, bütün beden bozulur. Bu et parçası kalbdir.” Hadîs-i şerîf. 5/109.


● (Eğer Allahü teâlâ, sana bir zarar erişdirse, Onu senden keşf ve def’e yine Ondan gayri kimse kâdir olmaz. Eğer sana bir hayr murâd ederse, Onun fadlını red ve men’ eder yokdur. Onun fadlı kullarından dilediğine isâbet eder.) (Yûnüs 107-âyet-i kerîmesi meâli) 5/42. [Hak Sözün Vesîkaları: 339]


● “Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım!” Hadîs-i şerîf. 6/225


● Enbiyâ kabrlerinde zindedir [diridir]. Lâkin dünyâ hayâtı gibi değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyâ adedinin ta’yînini, ülemâ men’etmişlerdir. Sofiyyeden bu bâbda nakl edilen bir şey yokdur. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyâya indirilmiş olan herbir kitâb, Kur’ân-ı kerîmin eczâsından bir cüz’dür.


Onun ba’zı ibârelerinden o kitâblar almışlardır. [Kur’ân-ı kerîm, bütün kitâbları kendinde toplamışdır.] 4/183


● Enbiyâya mütâbe’at olmadıkca [uyulmadıkca] kemâle ulaşılmaz. Eğer birşeyler hâsıl olursa istidrâcdır ki, netîcesi âhıretde hüsrân ve pişmânlıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Enbiyâdan herbirinin kendi Rabbi ile muâmelesi ve sırrı başkadır ki, hiçbir kimsenin o muâmelede aslen şirketi yokdur. O nisbet ve yakınlığın keyfiyeti mechûldür. 4/222.


● Enbiyâ Evliyâdan efdaldir. Fekat ba’zı meziyyetler ve ma’rifetler Velîye mahsûs (üstünlük) olsa, fadl-ı küllîyî mûcib olmaz. Câiz ve belki vâkı’dir. Ve fadl-ı külli Enbiyâya mahsûsdur. Bunun gibi, Nebîler ile Resûller arası da böyledir. Meselâ Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır kıssasında bu husûsu yazmışlardır. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyânın müttefik bildirdikleri ve ülemânın icmâ’ları olan kavlleri, bâtıl hayâllerle kaldırmak [kabûl etmemek] mümkin midir? 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Enbiyâdan bir Peygambere vahy olunup, zemânında mevcûd bir âbide gidip, senin zühd ve dünyâdan kesilmen, âhıretde nefsin râhat etmesi içindir. Allahü teâlâ için olan ameli yapdın mı dedikde, o amel nedir, diye süâl edince, (Velîlere dostluk, düşmânlara düşmanlık eylemekdir) dedi. Hadîs-i şerîf. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İntizâr ve tefakkud-i matlûbdan [matlûbu beklemek ve aramakdan] bir an uzak olmıyalar. 5/6


● İnzivâyı ihtiyâr eylemek evlâdır. [Yalnızlığı seçmek iyidir.] Lâkin riâyet-i hikmet ve adem-i inâre-i fitne [hikmeti gözetmek ve fitneyi uyandırmamak] lâzımdır. 5/151.


● İnsan toprak olup, toprakdan nebât hâsıl olur, nebâtdan hayvan yir ve hayvanı insan yir ve bundan nutfe hâsıl olup, yine insan peydâ olur. İşte ba’s budur [dirilmek budur] demek küfrdür. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● İnsana i’tâ olunan [verilen] sûrî ve ma’nevî feyz, zâhirî ve bâtınî feyz [ni’metler], eğer bir an kesilse, varlık ve üstünlükler kalmaz. 4/172


● İnsanın olgunluğu, yokluğunu [adem olduğunu] anlayıp, kendinde emânet olan kemâlâtı, ehline havâle ederek, kendinden intifâ-i kemâlde, hayriyeti de, selb-i hayriyyetdedir. 4/27.


● İnsanın kıymeti, himmeti kadardır. 4/114


● İnsanın izzeti, îmân ve ma’rifet iledir. Mâl ve câh (mevkı’) ile değildir. 5/62 [Hak Sözün Vesîkaları: 342.]


● İnsanın zâtı ademdir. Hayr ve kemâl onun hakkında emânetdir. Ve güzellik ve cemâl in’ikâsîdir. Eğer bu hayr ve kemâli kendine nisbet edip, [kendinden bilip], aslı ile ortaklık da’vâsı ederse, hâindir. 4/27


● İnsan bir biçâredir ki, onun üstünlüğü ve güzelliği yoklukdur. Kendi Mevlâsına mahsûs olan varlıkdan nasıl haberdâr olur. Onun kemâl ve cemâline nasıl muttali’ olur? 4/162


● İnsan, on latîfeden mürekkebdir. Beşi âlem-i halkdan [madde âleminden], beşi âlem-i emrdendir [rûh âlemindendir]. Nefs, âlem-i halkdandır. 5/137.


● İnsan, mebde-i te’ayyünü olan ismin zıllıdir. Zılde bulunan, hayr ve kemâl aslının ziyâsıdır. 6/229.


● İnsanın olgunluğu, kemâl iddi’a etmemekde, hayrlılığı da, hayrlılığı kendinden bilmemekdir. Eğer hayr ve kemâli kendi nefsine nisbet ederse, emânete hıyânet ve asl ile da’vây-ı şirket eder. [Asl ile ortaklık da’vâsında bulunur.] Meğer ki yoklukdan sonra, [Yok iken var edilince] kendisine vücûd ihsân edilince, ikinci bir doğuş ile doğmuş ola ki, o vaktde onun hakkında, bu söz güzel olur. 5/16


● İnsana her ne ulaşırsa, cümlesi, takdîr ve ezelî irâde iledir. 6/87.


● “İnsanın hayrlısı, ittika edip [takvâ sâhibi olup,] sıla-i rahm eden ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker edendir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● İnsandan bu fânî âlemde istenen, bîçâre bir kul (köle) olup, kulluk vazîfelerini edâ ve temâmlamak ve ibâdetleri ve tâ’atleri yerine getirmekdir. 5/100.


● İnsanın arzû ile kârı nedir? (İnsan bir şeyi niçin arzû eder durur?) Çok vâki’ olur ki, temennî eylediği emr (iş), kendi hakkında mukadder değildir (takdir buyurulmamışdır.) 5/19


● İnsanı Hak sübhânehu ve teâlâ, beyhûde halk eylemedi ki, kendi hâline bırakılsın. Hattâ, her ne bilirse yapıp, he-vâ-i nefse ve hoşuna giden şeye uysun. Onu emrleri yapmak ve yasaklardan sakınmakla mükellef kıldı. Ve emrler ile muhâtab eyledi. İnsan için onun emrlerini yapmakdan başka çâre yokdur. Ve onun hilâfı üzere hevâ-i nefs ve tabî’ate tâbi’ ola. Eğer bu vechle amel etmezse, âsî ve inadcı kul olup, Allahü teâlânın gadabına uğrar ve çeşidli cezâlara müstehak olur. 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564.]


● İnsan her ne kadar derd ve belâya mübtelâ ve mihnetlere düçâr olursa, berâberlikde ve yakınlıkda o kadar ziyâde kâmil olur. 5/111.


● İnsanın kadr ve kıymeti, muhabbet ile belli olur, açığa çıkar. Ve diğer varlıklardan ayrılması bu derd sebebi ile olduğu açıkdır. 6/111.


● İnsanın diğer mahlûkât üzerine üstünlüğü, derd talebi ve râhatına düşkün olmamak sebebiyledir. 6/38


● “İnsanın sevmesi ve buğz etmesi ve vermesi ve vermemesi, Allah için olursa, îmân-ı kâmil olmuşdur.” Hadîs-i şerîf. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İn’âmda [ni’mete kavuşmakda] sevilenin ve sevenin murâdı, nefsin murâdına muvâfıkdır. Elemde sevilenin murâdı vardır. 6/121.


● Evcâ ve emrâza [acılara ve hastalıklara] sabr edeler.


Ve Hak sübhânehunun kereminden âfiyeti taleb edeler. Ve mahlûkatdan hiç kimseyi vâsıta görmiyeler. Hepsini (ve vâsıtaları) Hak sübhânehu ve teâlâdan bileler ve onun def’ini dahî ondan taleb edeler ki, onun takdîri olmadıkca kimse kimseye zarar eylemeğe kâdir değildir. Ve onun irâdeti olmadıkça, hiç kimse def’i zarar eylemeğe kâdir olamaz. İşte tarîk-i ubûdiyyet budur. [İşte kulluk budur.] 4/72 [İslâm Ahlâkı: 559.]


● Evkâtı [vaktleri], zikr ve fikr ile ma’mûr edeler. Ve en mühim işlere sarf edeler. Ve gizli ve açıkda takvâ ve havf üzere olalar. Ve ölümü ve kıyâmet gününü düşüneler ve bu tefekkürden uzak olmayalar. 4/98


● Evkâtı [vaktleri], zikr ve fikr ile ma’mûr edeler. Mevlây-ı hakîkî celle şânühûnun râzı olduğu şeyleri yapmakda cân-ı gönülden çok çalışmalı, karanlık geceleri ağlamak ve istigfâr ile aydınlık ve pür-nûr edeler. Âhıret azığını bu kısa zemânda [ömr içinde] hâzırlıyalar. 5/88


● Evlâd-ı îşânın (Onların evlâdının) hizmetini kendine se’âdet bileler. 5/39. [Hak Sözün Vesîkaları: 338.]


● Evliyâ zellelerden (küçük günâhlardan) korunmuş değildir. Lâkin tez uyanırlar. [Farkına varırlar]. İyilikler ile onun tedârikini görürler [telâfi ederler]. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ev halkının dînen hakkı olan şeyler edâ oluna. Onlara dahî çokca karışmıyalar. [Devâmlı onlarla uğraşmıyalar]. 4/171.


● Ehl-i hukûku [hak sâhiblerini] râzı etmekde, öyle bir tarz üzere hareket edeler ki, Allahü teâlânın gadabına sebeb olmıya. Allahü sübhânehunun hakkı, bütün haklardan öncedir. Onun hakkına kemâl üzere ve diğerlerinin hukûkuna dahî riâyet edeler. 4/201.


● Ehl-i islâm, ehl-i tarîkat, ehl-i hakîkat için, farzlar yapılmadan ve harâmlardan sakınmadan kurtuluşa çâre yokdur. 4/39


● Ehlullaha [Velîlere] hâsıl olan zikr-i kalbî, evvelâ hakîkat-i câmi’anın zikridir. [Ya’nî kalb latîfesinin zikridir.] Onun yakınlığı ile mudga [bütün kalb] dahî zikr edici olur. 5/70


● Ehlullahın [Evliyânın] ayrılığının mâtemi yer ve göke yayılır. [Yer ve gök ehli üzülür.] Beden ve kalbe yayılır. Elden çıkışındaki [vefâtından dolayı] (husûsî) feyz ve bereketinden mahrûmiyyet açıkdır. Diğerlerinin ayrılığının mâtemi [üzüntüsü], yeryüzünün bir cüz’inde [bir yerde] olur. 6/178.


● “Ehl-i me’âsîye [ma’sıyyet ehline] buğz eylemekle ve onlardan uzak olmakla Allahü teâlâya karîb [yakın] olun.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ehl-i gaflet ve ehl-i dünyâ ile mümkin olduğu kadar karışmıyalar. Ve sohbetleriyle kalbin kazancına zarar vermiyeler. 4/201


● (Ehlül bida’i kilâbü ehlin nârı.) [Bid’at ehli Cehennemdekilerin köpekleridir.] Hadîs-i şerîf. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ehl-i bid’at ve mülhidler ile sohbet etmeyeler ki, onlar din hırsızıdırlar. 5/89 [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Ehlullahın [Velîlerin] fazîlet sâhibi olması, Allahü teâlâyı tanımaları iledir. Ve Zât ve sıfat-ı teâlânın esrârını keşf iledir. Kerâmet ve mahlûkları keşf ile değildir. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Ey Mevlâyı taleb eden! Seni yüce derecelere ve hidâyete tâbi’ olmağa da’vet eder ve çağırırım. Cümlenin dönüp, ulaşacağı Hak teâlâdır. Ma’lûm ola ki, âhıret azâbına, (dîni) yalanlıyan ve yüz çevirenler atılır. Nefs ve şeytân ve hevâdan sakınmak lâzımdır. Sizi alevli ateşden (Cehennemden) sakındırırım ki, o ateşe şekâvet sâhibleri en çok lâyıkdır. Devâmlı vera’ ve takvâ üzere olup, miskînlere ve akrabâya yiyecek ver ve giydir ki, kıyâmet gününde, Cehennemden uzak olanlar Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” gibi iyice takvâya sarılıp, mallarının zekâtını verenlerdir.


Dünyâ zînetini temennî ederek ve beğenerek basîretini elden bırakma. Zulm sâhibi ve azgın olanlara meyl edip, vaktini hebâ eyleme (boşa harcama). Kabrleri ve onda olup fânî olup gidenleri ve Cennet ehlini ve Cehenneme atılan cin ve insanı hâtırından çıkarma! Karanlık ile örtülmüş geceyi, aydınlık ile nûrlanmış gündüzü tefekkür ederek, Hâlık teâlâya hamd ve senâ eylemelidir. Allahü teâlânın emrlerine sarılmalı ve yasaklarından sakınmalıdır. İnsana (erkek ve kadınlara) mal ve evlâdın fâidesiz ve çok az fâideli olduğu kıyâmet gününde, şefâ’at-i kübrâ taleb edilmelidir. Bu sözlerim korku ehline (Allahdan korkana) hâtırlatmak ve teblîgdir. Allahü teâlâdan uzak, hevâ ve hevesine düşkün olan, lüzûmlu şeylerden mahrûm kalmış gönlün sığınacağı ancak Hak teâlâdır. Hak teâlâ kullarını görmekdedir. Ve herkesin dönüşü onadır. Gizli ve açık herşeyi Allahü teâlâ bilir. Ey Allahü teâlâyı taleb eden kişi! Şu zâta gıbta olunur ki, aşağılıklardan üstünlüklere teveccüh ve yükselip, günâhlarına karanlık gecelerde ağlar. Ve dönüşünün, yüce hükmü arş-ı mecîdden yüksek olan Zât-ı kibriyâya olduğunu bilir. Ve herşeyden kudretinin te’sîrini alıp, zengin ve fânî kılan, güldüren ve ağlatan, öldüren ve diriltenin, hakîkatde Allahü teâlâ olduğunu yakînen bilir. İşte bu vasflar ile muttasıf olan, fenâ-i nefs ile fânî ve herşeye gücü yeten ile bâkî olur. Doğru yola meyl ve azgınlıkdan ârî ve kıyâmet azâbının hüznünden müberrâ olur. Ve insan işlerini hâtırladığı kıyâmet gününde, tam bir mükâfat ile taltif olunup, arasat meydânındaki insanlara Cehennemin gösterildiği anda (arz edildiği anda), yakınlıklara ve derecelere mazhar olur. Ey insanlar! Ehl-i takvânın mazhar oldukları bu ikrâmın rağbete şâyan olduğunu bilip, gücü ve kuvveti tam sarf ederek fenâdan soyunup, bekâ celb edici olunuz. Vesselâmü alâ menittebe’al hüda! (Hidâyete tâbi’ olanlara selâm olsun!) vel tezeme mütâbeat-el Mustafâ “aleyhi ve alâ alihissalevâtil ulâ ilâ yevmil cezâ’i.” 4/9


● Îşânın hizmetleri ile müşerref olanlar, her ne kadar pervâsız ve gerekli edeblerden uzak iseler de, azîzdirler. 4/88


● Îşân, âfâk ve enfüsden geçmişlerdir. Nice senelerce mâsivâyı hâtırlamak isteseler, hâtırlarına gelmez.


Ene (ben) kelimesinin kendilerine dönmesini şirk bilirler. Bu büyüklerin sohbetini istiyeler ve cân atalar. 6/22


● “Îmân-ı kâmil sâhibi o mü’mindir ki, güzel ahlâk sâhibi olup, ehline iyiliği çok ola!” hadîs-i şerîfini Tirmizî ve Hâkim rivâyet ediyor. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Îmân, kelime-i tevhîdin (Muhammedün Resûlullah) kelâmının birlikde tasdîkine bağlıdır. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Îmân-ı Enbiyâ [Peygamberlerin îmânı] ile avâmın îmânı, îmân olması bakımından müşterek ve müsâvîdir. Îmân-ı Enbiyânın üstünlüğü, îmânın sıfatına bağlıdır. Sâlih amellere yakın olan îmân, başka bir safâ sâhibidir. Meselâ, insanlar, insan olmakda müsâvî iseler de, sıfatları yönünden muhtelifdir. 6/24


● Îmân ve küfr, hayr ve şer, hidâyet ve dalâlet, tâ’at ve günâh, Hak teâlânın yaratması olup, bil-cümle onun takdîr ve irâdesiyledir. Kulların işlerinin Hâlıkı odur, kul değildir. Fekat, insan kendi fi’linde mecbûr değildir. Zîrâ, irâdî hareketler ile gayr-ı irâdî hareketler farklıdır. Ve Hak teâlâ sevâbı ve gadabı kulların ameline bağlı kılmışdır. İnsanı irâdesine bırakmış, azâbı ve sevâbı, irâdenin sarfına bağlı kılmışdır ki, buna kesb denir. Kesb, kuldan, Halk [yaratmak] Allahü teâlâdandır. 5/137.


● Îmân ve ilhâm ve vâridâtın mahalli ve envâr [nûrlar] ve esrârın [sırların] mahalli sadrdır [göğüsdür]. 5/97


● Îmânın sûreti, dışdaki ma’bûdların ki, putlar ve diğer kâfirlerin tapdığı şeylerin nefyine [yok edilmesine] bağlıdır. Hakîkat-ı îmân da, içdeki ma’bûdların yok edilmesine bağlıdır ki, nefsin hevâsı ve Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmakdan ibâretdir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Îmân-ı bil-gayb [gayba îmân] avâmın nasîbi veyâ seçilmişlerin seçilmişlerinin nasîbidir ki, nübüvvet kemâlâtından nasîb almış ve isti’dâd mikdârınca nihâyetin nihâyetinden âgâh olmuşlardır.


Ortada olanlar (Evliyâ), şühûd lezzeti ile yetinmişler ve kavuşmak hayâli ile râhat eylemişlerdir. Îmân-ı avâm [avâmın îmânı] nûrânî ve zulmânî perdelerin gerisindedir. Havâs [seçilmişler] nûrânî perdelerden kurtulmamışlardır ve onda tutulmuşlardır ve onun şühûdunu istenen şühûd tasavvur eylemişlerdir. Ehassül-havâsın [seçilmişlerin seçilmişi olanların] gaybî îmânı ise, nûrânî ve zûlmânî perdelerin ötesindedir. 4/124


● Îmân-ı mecâzî, ya’nî sûret-i îmân, avâmın nasîbidir. Zevâlden [yok olmakdan] emîn değildir. Îmân-ı hakîkî ki, havâssın [seçilmişlerin] îmânıdır. Zevâlden mahfûzdur. [Yok olmakdan korunmuşdur.] 4/64

KIYMETSİZ YAZILAR (MÜHİM NASÎHAT)

 ● Yavrum! Allahü teâlâ, seni ve hepimizi, Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân yeridir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehr karışdırılmış şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmışdır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil’âlemîn “aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât” buyurdu ki, (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya’nî, âhıretde, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden muhâfaza eylesin!


Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı’ düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşırı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya’nî) ile, ya’nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [top oynamak, kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû’a ve romanlar], hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilmler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya’nî matematik ve geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa [ya’nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt öldürmek olur ve dünyâ olur.


Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se’âdet yolunu bulur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.


[Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, ya’nî tecribî ilmler, ya’nî fen bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet etmek niyyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara çalışmak lâzım olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs müslimânları her dürlü fende ve güzel san’atda pek ileri gitmiş, dünyâ birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları, asrlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla öğünürlerdi. Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri, bugün meydândadır ve dünyâ münevverlerini hayrân bırakmakdadır.


Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik hayâtına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve dünyâ ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.


Medeniyyet demek, yalnız ilm ve fen demek değildir. İlm ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gafletdir. Pek yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluşların artması, medeniyyeti göstermez. Bunları medeniyyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.


Medeniyyet, ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya’nî, beldeleri, memleketleri i’mâr etmek ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslâmiyyetden ayrıldıkca medeniyyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyı’, memleketleri i’mâr için, insanları râhat etdirmek için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların fâideli olması, medeniyyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukûkunu inceliyor. İslâm dîninin emrlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıymetler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, ya’nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi’ de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.


O hâlde, dedelerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dünyâ çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, ya’nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, ma’nevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.


Hadîs-i şerîfde, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu. Ya’nî (İslâmiyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır).


Bunun için, fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız bunun için askeriyyeye, hükûmete yardım etmemiz, kanûnlara uymamız lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindörtyüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadîs-i şerîf, bizlere göstermişdir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenlerin dinleri gibi olur!) hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].


Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya’nî ile, ya’nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî beyt tercemesi:


Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka,

hepsi câna zehrdir, şeker bile olsa.


Yıldızlarla uğraşmak, ya’nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa yarar demişlerdir. Bunun ma’nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir. Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmıyan çok kimseler vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiyyetin tek se’âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılırsa câiz olur [ve çok sevâb olur].


Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni’ olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni’ olmakdadır.


[(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir.


Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emrler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve nemâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramezân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zemân farz olur. İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emr ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zemânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zemânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).


Harâmları öğrenmek de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikde oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları ve bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.]


Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”, (Hased) [Başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan) etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]


Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşda tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşdurmakla [yâhud Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakla] şereflendirmişdir.


Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların [ve piyasadaki bozuk kitâbların] çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercemesi:


Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur:

körpeciksin, yolun da çok korkuludur.


Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni’met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn vermişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan çeşid çeşid ni’metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni’metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır. Cehennemdeki sonsuz azâb, hiçbir günâha karşılık değildir.

Küfre, inkâra karşılıkdır.


Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zemânıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaz’ıyyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni’met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.


Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta’lîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.


Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ’at, tevâzu’, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle şereflendirdi.


Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.


Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda biri, mevkı’, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra nemâz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci vazîfe olmak lâzımdır].


Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:


1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir].


2- Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin büyüklüğünü, mevkı’, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmekdir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ’atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır.


Ey evlâdım! Yalancılığı çok def’a görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?


Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş “aleyhissalâtü vesselâm”, tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor.


Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.


Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yapdıklarınızı hep görmekdedir) buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?


Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!) Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmalısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük se’âdet olur.


[Cum’a, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi’râc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibâdet etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması, yüzyetmişikinci sahîfesinde buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imâm-ı Nevevî “rahmetullahi aleyh”, (Ezkâr) kitâbında buyuruyor ki, gecenin oniki kısmından bir kısmını (ya’nî bir sâat kadar) ihyâ etmek, ya’nî okumak, kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmakdadır.


(Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, (fıkh kitâblarında, sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi’î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). Hakâyık-i manzûme kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]


Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. [Birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) numaralı (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek lâzım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre [meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yokdur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâtdan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur]. İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karışdırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama’kârdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.


Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.


[Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru Ehl-i sünnet âlimlerine sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te’sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı’ almak için, din kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır]. Doğru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lüzûmlu şeyler sorulabilir. Va’zları, nutkları dinlenmez.


Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda ta’rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fekat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmekdedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fekat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve âlimlerin “rahimehümullah” milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ’atcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacakdır.


Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin fâidesini görmiyen, gidişi ilmine uymıyan âlimdir).


Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o se’âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni’ oldu. Fekat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamakdan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler tercemesi:


Aşk öyle bir ateşdir ki, yanarsa eğer,

Ma’şûkdan başka herşeyi yakar, kül eder.


Hakdan gayrıyı katl için (LÂ) kılıncı çek,

(LÂ) dedikden sonra, birşey kaldımı bir bak.


(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitdi;

Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitdi.


1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Yetmişiki fırkadan doğru yoldan ayrılanlar, ekserîdir [çoğunlukdadır]. Bunlara sebeb olanlar, tarîkatde yolda kalıp, şaşıranlardır. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● Yetmişiki fırka, ehl-i kıbleden oldukları için, tekfîr edilmezler. [Fekat, küfre sebeb olan sözü söyliyenin kâfir [Allahın düşmanı] olduğu anlaşılır] 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Yetmişiki fırkanın reîsleri, kötü âlimler idi. 1/47. [Mektûbât Tercemesi: 82.]


● Yetmişüç fırkanın herbiri islâmiyyete uymak da’vâsındadır. Herbiri kendi kurtulduğunu zan etmekdedir. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Yetmişüç fırkadan yetmişikisi, bozuk i’tikâdları kadar Cehennemde kalırlar. Ve azâb olunurlar. Fırka-ı nâciyye hâricdir. [Kurtulan, fırka-ı nâciyye, Ehl-i sünnet fırkasıdır.] 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Yetmişbin kimse; beşerin hayrlısının ümmetinden, hesâbsız Cennete dâhil olacakdır ki, onlar; Ellezîne lâ yeknizûne ve lâ yester-kûne ve lâ yetetayyerûne ve alâ Rabbihim yetevekkelüne, dırlar, “hadîs-i şerîfi.” Yetmişbin kimse kıyâmetde zıll-i bârîde âsûdedirler ki, onlar parayı hayrlı işde kullananlardır. Bunlar..... dağlama ve efsûn yapmıyan, uğursuzluğa inanmıyan ve Rablerine tevekkül edenlerdir....... 3/21.


● Yezîd bî-devletin [nasîbsiz Yezîdin] küfründe, ihtiyâd edildiği için, susulmalıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Yezîd bî-devlet [nasîbsiz Yezîd] eshâbdan değildir. O bedbahtın eylediği işe, hiç frenk kâfiri cesâret eylememişdir. Ona la’netde, ba’zı Ehl-i sünnet âlimlerinin duraklamaları, râzı olduklarından değil, tevbe ve rücû’ ihtimâline riâyet eylemişlerdir. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Yezîdi, Ebû Cehli ve diğerlerini kötülemek, sövmek ibâdet değildir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Ya’kûb aleyhisselâm. 3/100.


● Ya’kûb-ı Çerhî, evvelâ hâce Alâüddînin müridlerinden olup, ikinci olarak şâh-ı Nakşibende bağlıdır diye, Nefehâtda, Mevlânâ Câmi’ açıklamışdır, beyân etmişdir. 1/119. [Mektûbât Tercemesi: 167.]


● Yakîn sâhibi ârif için rücû’dan [geri dönüş, inişden] sonra, istidlâle [delîl ile anlamağa] ihtiyâc olur. 2/21.


● Yemîn eyleyip, bir şahs, Vallahî ben Zeydin sûretini aynada gördüm dese, hânis olmaz. [Yemîn keffâreti gerekmez.]


Bu şeklde, hem Zeydin sûreti hakîkatde aynada değildir. Hem o sûretin aynada meydâna gelmesi vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Şaşılacak şeydir ki, hakîkatin zıddı olan hayâl ve vehm, burada varlığı hakîkî yapmağa sebeb oluyor. Bir diğer misâl, nokta-i cevvâledir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Yûsüf aleyhisselâmın tâlibleri meyânında, bir yaşlı kadın, [onu satın almak için] ipliğini pazara çıkarmışdı. 1/47. [Mektûbât Tercemesi: 82.]


● Ahî Yûsüf esbahu ve ene emlehu. [Kardeşim Yûsüf benden dahâ sabîh, ben ondan dahâ melîhim.] “Hadîs-i şerîf”. 3/100.


● Yûsüf aleyhisselâmın hilkati [tabî’ati, yaratılışı] ve hüsn [güzellik] ve cemâli [yüz güzelliği], bu dünyâda meydâna gelen hilkat, hüsn ve cemâl cinsinden değildir. Onun cemâli, cemâl-i behiştiyân cinsinden idi. 3/100.


● Yıldızların hayât ve ölümle alâkası yokdur. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


Fırsat ganîmetdir. Ömrün temâmını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temâm ömrü, Hak celle ve alânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd [lâzım, gerekli] ve vâcib ve lâyıkdır. Beş vakt nemâzlar, ta’dîl-i erkân ile, cem’ıyyet-i bâtın ve cemâ’at ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemâzlarını elden çıkarmamalı. Seher vaktlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile [dünyâ zevkleri] ile magrûr olmamalı [aldanmamalı]; tezekkür-i mevt [ölümü düşünmeli], ahvâl-i âhıreti [âhıret ahvâlini] göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayr-i meşrû’a-yı dünyeviyyeden i’râz [harâm olan dünyâ işlerinden yüz çevirip], bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünyâ ma’îşeti işleri ile meşgûl olup, sâir vaktleri, âhıreti i’mâr etmekle meşgûl olmalı.


Hâsıl-ı kelâm [sözün kısası], mâsivânın [Allahü teâlâdan gayri şeylerin] muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçdir. Bâkî [devâmlı kalıcı] ahvâlimiz hayrlı olsun. Vesselâm. (Mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm-i Arvâsînin Cum’a hutbesine başlarken, minberde söylediği türkçe hutbesidir.)


TEVHÎD DÜÂSI


Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve lil mü’minîne vel mü’minât yevme yekûmülhisâb. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-Y

 – Y –

● (Ey Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana yardımcı olarak, Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir.”) âyet-i kerîmesinin geliş sebebi, Ömer-ül-Fârûkun “radıyallahü anh” islâma gelişidir. (Enfâl sûresi 64. Âyeti) 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Ye’s, acz [ümîdsizlik ve çâresizlik] ve cehâlet, nihâyetde hâsıl olur. 1/284. [Mektûbât Tercemesi: 414.]


● Yatsı nemâzının edâsı, gece yarısına kadar mubâhdır. Gecenin sonuna kadar gecikdirmek tahrîmen mekrûhdur. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Yâd-i daşt [zâtın kesiksiz tecellîsi], ismler, sıfatlar ve şü’ûn ve i’tibârlar arada olmadan zâtın tecellîsidir ki, devâmlıdır. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-L

 – L –

● (Kalb hâzır olmazsa, nemâz da olmaz) hadîs-i şerîfinde huzûrdan murâd, nemâzın farzları ve vâcibleri ve sünnetleri ve müstehablarının yapılmasında kalbin hâzır olması, gevşeklik olmamasıdır. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Lahor şehri, diğer Hindistân şehrlerinin irşâd kutbu gibidir. 1/76. [Mektûbât Tercemesi: 121.]


● Lâ yese’unî erdî ve lâ semâî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mü’mini [Yere ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım] hadîs-i şerîfinde, yer ve gök, imkân dâiresine dâhildir. Lâ mekânî [mekânsız] olan, mekâna sığmaz. Bîçûn olan, çünde ârâm eylemez. [Allahü teâlâ, yaratılanda yerleşmez]. Mü’minin kalbi mekânsızdır. Niçin ve nasıldan berîdir. Onda sığışma mütehakkıkdır [tahakkuk edendir]. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Lâ yese’unî erdî ve lâ semâî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mü’mini [Yere ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım]. Bu sığmadan murâd, vücûd mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmakdadır. Kendisinin sığması düşünülemez. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-H-3

 – H –

● Her anda âlem ademe gider. Ve onun bir misli vücûde gelir [âlem, her ân yok olur ve bir benzeri meydâna gelir], her an böyle olur şeklinde Füsûsda beyân olunan teceddüd-i misâle ba’zı sofiyye kâildir [ba’zı sofiyye böyle inanmakdadırlar]. Bizim indimizde, sâbit değildir. [Bir görünüşdür.] Hakîkat değildir. Bu mu’amele eğer var ise şühûdîdir. Nefs-ül-emrde vâkı’ değildir. Eğer bu mu’âmele nefs-ül emrde vâkı’ olsa, birisi ma’siyyet işleyip mu’azzeb olan [azâb içinde bulunan] diğeri olmak lâzım gelir ki, kadıyye-i [mu’âmele] adâletden ba’îd [uzak] değildir. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Her kim ki, makbûldür [sevilendir]. Derd-i belâ ile mâsivâyı sevmekden, onu men’ edip, sevgili tarafına çekerler. Her kim ki, istenilen [taleb edilen] değildir. Onu kendi hâli üzere terk ederler. [Ya’nî, derd ve belâ, sevilenlere verilir.] 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Herkesin konuşmasında, ene [ben] lafzı [sözü] ile, maksûd [istenilen] nefsdir. 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Her ne ki, âhıret için hâzırlanmışdır, güzeldir. Eğer, güzel görünmese bile. Her ne ki, dünyâ için hâzırlanmış ola, dünyâlıkdır, çirkindir. Eğer, güzel görünse bile, çirkindir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Her ne ki, kalbin huzûruna yardım ede, mübârekdir. Ve her ne ki, yardımcı olmıya, uğursuz ve nâmübârekdir [mübârek değildir]. 1/176. [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Her hakîkat ki, islâmiyyet onu yasaklıya, zındıklık ve ilhâddır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Her hâtırayı [akla geleni] yapmak lâzım değildir. Hâtıra ba’zı şeyler gelir ki, onları yapmamak dahâ iyi olur. Nefs, inâdcıdır. 1/228. [Mektûbât Tercemesi: 280.]


● Herkes, her ne mahâlde [yerde], her ne bulursa, onu yimesi doğru değildir. Ahkâm-ı islâmiyyenin dışında hareket etmiş olmıya. O kimse başlı başına değildir ki, ne bilirse onu yapsın. Hâlbuki, Allahü teâlâ vardır. Ve emr ve yasaklar ile teklîf buyurmuşdur. Rızâsını ve rızâsızlığını [beğendiği ve beğenmediği şeyleri], âlemlere rahmet olan Peygamberi ile beyân buyurmuşdur. Se’âdetsiz, bedbaht o kimsedir ki, Mevlâsının beğenmediği şeyleri ister. Ve her şeyi Mevlâsı izn vermeden kullanmak istiyor. Böyle kimseler utansın ki, dünyâda bu şeylerin sâhiblerine bile sormadan kullanmıyor. Bu, hakîkî olmıyan sâhiblerin, haklarını gözetiyorlar da, bunların hakîkî sâhibi, beğenmediği şeyleri, şiddet ile, pek sıkı yasak etdiği ve yapanları ağır cezâlarla korkutduğu hâlde, Onun sözüne iltifât etmiyor, aldırmıyor. Bu hâl nedir? Müslimânlık mıdır, kâfirlik midir? 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Her şey, vâcib-ül-vücûdün “celle sültânehu” irâdesi ile [dilemesi ile] var olmakdadır ve Allahü teâlânın fi’li ile var olur. Kendi irâdemizi Hak teâlânın irâdesine tâbi’ kılıp, kavuşduğumuzu, aradığımız şeyler olarak bilip ve onunla sevinmek gerekdir. Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek, Mevlâya “celle sultânehû” karşı gelmek olur. 3/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Herkes, kendi aklının derecesine göre, anladığı nesneyi söyler. Kelâm sâhibi, kelâmından bir ma’nâ murâd eder ve işiten o kelâmdan, diğer ma’nâ fehm eder, anlar. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Her şeye kalbi bağlamakdan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz. Lâkin, mâ lâ yüdrekü küllühu Lâ yütrek küllühu muktezâsı ile, birkaç günlük ömrü ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla geçirmek lâzımdır. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Her amelde [işde] karşılığın misli, ne mikdâr olduğunu, Allahü teâlâ bilir. İnsan bilgisi bunu anlıyamaz [idrâk etmekden âcizdir]. Meselâ, muhsan olan bir kimseyi kazf edene [evli olan nâmûslu kimseye zinâ isnâd edene] seksen sopa vurulması emr buyurulmuşdur. Ve hırsızlık haddi olarak, hırsızın sağ elinin kesilmesine, zinâ haddinde, eğer bekâr ise yüz sopa ile ve bir sene şehrden sürmek takdîr olunmuşdur. Ve evli olan kadın ve erkeği [zinâ edince, ölünceye kadar] recm etmek hükm buyrulmuşdur. Bu sınır ve takdîrin sırrını insanlar anlıyamaz. 1/214. [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Her yüz sene başında, bu ümmetin ulemâsından bir müceddid ta’yîn eylemişlerdir ki, islâmiyyeti ihyâ buyurur. 2/4.


● Her sabâh ve akşam yüz kerre, Sübhânallahi ve bi hamdihî, sübhânallahil-azîm, diyeler. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Her-çi maksûd-ı tüst, ma’bûd-i tüst [maksâdın ne ise, tapdığın odur], şahsın gâyesi, şahsın teveccüh eylediği [ele geçirmek istediği] şeydir ki, hayâtda oldukca ondan ayrılmaz. Vazgeçmez. Ve onu ele geçirmekde her türlü aşağılık ve kötülük meydâna gelse de, tehammül eder. Bu ma’nâ ibâdetin esâsıdır ki, zillet ve aşağılığın kemâlinden haber verir. Pes, maksûd [gâye], ma’bûd olur. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Her ki yekcâ hemecâ, her ki heme câ hiç câ. [Bir kimse ki, bir mürşide bağlanırsa, her velîden yardım görür. Her mürşide tâbi’ olan, hepsinden mahrûm kalır.]. 3/20.


● “Helekel-müsevvifûn” hadîs-i şerîfi, (tevbeyi ve iyi işleri sonraya bırakmak ile fırsatı kaçıranlar helâk oldular.) 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Heme ûst [herşey Odur] sözünün ma’nâsı, eşyâ ma’dum [adem, yok] ve mefkûd olup, Hak sübhânehû mevcûddur, demekdir. 3/89.


● Heme ûst [herşey Odur] doğru değildir. Heme ez ûst [Herşey Ondandır] doğrudur. 3/89.


● Hem âlim [ilm sâhibi], hem sôfî [tesavvuf yolcusu] olan kimse, kibrit-i ahmerdir [ya’nî kıymetli ve az bulunur]. 2/57.


● Himmeti bülend gerekdir ki [yüksek, kıymetli şeyler aramalıdır ki], Allahü teâlâ herşeyi bir sebeb ile yaratdığı için, gönderdiği için, kendisine kavuşduran sebebi, vesîleyi, ondan istemelidir. 1/75. [Mektûbât Tercemesi: 120.]


● Hindistânın şerâfeti. 2/22.


● Hindistanda bu nev’ Evliyânın toplanması ve bu kısm, Allah için toplanmalar, eğer bütün âlem devr olunsa, bu devletin yüzde biri bulunamaz ve buradaki kazançlar ele geçmez. 1/226. [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Hindistânda, hokkabazlar aynada bağ ve bağçe göstermişler. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Hindistânda dahî dört Peygamber gelmiş [gönderilmişdir], Allahü teâlâya da’vet buyurmuşlardır. Hindde bir Peygambere dört kimsenin îmân etdiği bilinmiyor. Da’vetleri umûmî değildir. Hak sübhânehû, bir kavmde veyâ bir yerde bir şahsı bu devlet ile [ni’metle] şereflendirip, o kavmi da’vet ederdi. Onlar, inkâr ederek, Hak teâlânın helâkına uğrarlardı. Hindistânda böylece, yıkılmış şehr harâbeleri çokdur. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Hindistânda bir şahs Mehdîlik da’vâ eylemiş idi. Bir cemâ’at cehâletlerinden, onu va’d edilen Mehdî zân eylediler. Onların anlayışlarına göre, Mehdî gelmiş olup, vefât etmiş ve kabri de Fere şehrinde imiş. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Hind ki, Ebû Süfyânın zevcesi ve Mu’âviye radıyallahü anh’ın annesidir. Kadınların bî’atına dâhil ve belki onların başlarında idi. Ve onların tarafından konuşmuş idi. Bu bî’atden ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” istigfârından, onun hakkında büyük lutuf me’mûl ve ümîddir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Hendese, yalnız mâlâ-ya’nîdir. Ve fâidesizdir. 3/23.


● Hindlilerin ma’bûdları râm ve kerşen, ana ve babadan meydâna gelmişdir. 1/167. [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Hevâ-yı nefsâniyye ki [nefsin arzûsu ki], bâtıl ilâhdır. Lâ tahtına idhal edip, temâm müntefî [yok] olmalıdır. 3/2.


● Hevâ [arzû, istek] ve heves [gençlik arzûları], Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin ve şeytânın sevdiği şeylerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun şeyler ise, Allahü teâlânın [ahkâm-ı islâmiyyeye uygun ilm ve amel] sevdiği şeylerdir. Akllı ve zekî insanlar, Allahü teâlânın düşmanlarını sevindirip, hakîkî sâhibi gazaba getirmezler. 3/35.[Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Hey’et-i vahdânî, mudgânın [yüreğin, kalbin] ismidir ki, on latîfeden mürekkebdir. Âlem-i halka âid eczâsı çok, âlem-i emri azdır. 2/21.


● Hiç kimse, kendi kadar, hiç kimseyi dost ittihaz eylemez. 3/100.


● Hiçbir kimse, Peygamberimizin sohbetinde bulunanların fazîletine eşid olamaz. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Hiçbir kimse, şeytânın ilkâsından [aldatmasından] korunmuş değildir. Peygamberlere olan ilkâyı, Onlara bildirirler. [Allahü teâlâ bildirir]. Evliyâda bu bildirme lâzım değildir ki, onlar Peygamberlere uyarlar. Her ne ki, islâmiyyete muhâlif olsa, red edip, onu bâtıl bilirler. Hiçbir Velî, Nebî mertebesine ulaşamaz. Lâkin, ba’zı üstünlük Velîye olmak câizdir. [Fekat her bakımdan üstünlük Nebîdedir]. 2/57.


● Hiçbir Peygamber, kendi dîninde veyâ başka bir Peygamberin dîninde harâm olan bir fi’li işlememişdir. [O işi işleme vaktinde, o iş mubâh olsa da.] İçki [alkol, şerâb] mubâh idi. Sonra harâm oldu. Hiçbir Peygamber içki içmemişdir. O fi’li işlememişdir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Heyûlaya ehl-i islâm kâil [inanmış] değildir. 3/53.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-V

 – V –

● Vâris, meyyitin malının temâmına hissedârdır. Ba’zısından hisse almak verâset değildir. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Vâsıtînin (lehü-kalbün) [Kaf sûresi 37.] Âyet-i kerîmesini tefsîri. 3/119.


● Vâkı’ât [rü’yâlar] i’tibâre şâyeste [uygun] değildir. Âlem-i şehâdetde [madde âleminde] müyesser olan [meydâna gelen, ele geçen] mu’teberdir, kıymetlidir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Vâkı’ât [rü’yâ] ve ahvâli [hâli] nâkıs olan şeyhlere izhâr eylemeyeler ki [söylememelidir ki], onlar azı çok zan ederler. 1/230. [Mektûbât Tercemesi: 282.]


● Vâlidenin oğluna fâidesi olmadığı gün için hâzırlık yapmıyana yazıklar olsun. 1/214. [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Vâlideyn hukûku [ana-babanın hakları], Hakîkî matlûbun [Allahü teâlânın] rızâsını kazanmak yanında hiç kalır. Allahü sübhânehûnun hakkı, bütün mahlûkların haklarından öncedir. 1/127. [Mektûbât Tercemesi: 173.]


Allahü teâlâ, herşeyi gördüğü hâlde, çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile, bu işleri gördüğünü bilseler, yüz çevirir, yapmazlar. Bunlar, yâ Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar. Yâhud, Onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana ikisi de yakışmaz. 1/73, 1/78. [Mektûbât Tercemesi: 111, 124.]


● Vebâ, Hak teâlânın murâdı [isteği] olduğundan, Onun murâdı ile [isteği ile] dil-tenk [sıkıntılı] olmamak gerekdir. Çünki, sevgilinin işidir. Ondan lezzet alalar. 2/88. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Vebâ olan yerden kaçmayıp, vefât eden kimse, şehîd olur. 2/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Vebâ hastalığı olan bir yerden kaçmak, büyük günâhdır. 2/16. [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Vitr nemâzını gece yarısının sonuna te’hîr müstehabdır. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Vücûd ile mümkin arasındaki farka sebeb ademdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Vücûb-i vücûd mertebesinde vücûd sâbit ise de zarfiyyet-i hâricî ve ilmî peydâ [açık, meydânda] olmamışdır. 3/114.


● Vücûd mertebesinin âlem-i misâlde zuhûru noktaya yakındır. 2/71.


● Vücûd için keşf ve şühûd erbâbından bir cem’i gafîr hakîkat-i vâcib-ül-vücûd teâlâdır demişlerdir. 3/88.


● Vücûd-i ilâhî ve vücûb, i’tibâratdandır. 3/122.


● Vücûd ve sübût lâfzları, mütekellimîn indinde [yanında] aynı ma’nâyadır. Tâife-i âliyye, mâ-sivâya vücûd ıtlâkını câiz görmezler [mâsivâyı vücûd olarak kabûllenmeyi câiz görmezler.]. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Vücûd-i ilâhîden bir ışık, ilm sıfatındaki hakîkat-i mümkinât olan, mâhiyyetler üzerine düşerek, vücûd-i zıllî ile hâricde mevcûd olmuşlardır. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vücûdun mâsivâdan [mahlûklardan] nefyi vücûd-ı asâleti nefyidir. Zîrâ vücûd, Hak teâlânın esâs sıfatlarındandır. Diğerini, ona şerîk kılmazlar. Eğer mümkinde [yaratılanlarda] vücûd var ise, Hak teâlânın vücûdunun ışığındandır. Ondan yansımadır. Bu zıllı vücûd, Hak teâlânın vücûdu yanında yok gibidir. Yakındır ki, mevhûmlardan ad edeler. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Vücûdü mümkin [mümkinin vücûdü] için isbât eylemek ve hayr ve kemâli ona râci’ kılmak, onu hakka şerîk [ortak] kılmakdır. 2/1.


● Vücûd-i vâcib-i teâlâ [Allahü teâlânın vücûdü], mümkinlerin vücûdünün ötesidir. Ve mutlak, mukayyedâtın [mahlûkların] ötesidir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Vücûd-i mutlakı [mutlak vücûdü], mukayyed vücûda münhasır bilmek küfrdür. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Vücûd-i beşeriyyetden [beşerî vücûddan, maddî vücûddan] ne kadar var ise, yolun perdesi de o kadar bâkîdir [devâmlıdır]. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Bir vücûd ki âm ve müşterek ola. Hak teâlânın vücûd-i hâssının zılâlindendir. Ve bu zıl dahî, zât-i Hak teâlâ üzerine ve eşyâ üzere ber sebil-i teşkîk iştikâkân mahmüldür. Muvâtat [uygun] değildir. Ve o zılden murâd vücûd-i teâlânın merâtib-i tenezzülâtda zuhûrudur. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vücûd-i hâricî, bizim efhâmımızın [fehmimizin, idrâkimizin] ötesidir. 3/114.


● Vücûd-i hâricîde Zât-i teâlâ ve tekaddesden gayri hiç nesne yokdur. 3/109.


● Vücûd-i zihnî ve mertebe-i ilmî, aynı şey olup, ta’rîfi. 3/109.


● Vücûd-i vehmî mertebesi, vehmin yok olması ile, yok olmadığından, nefs-ül-emrîdir. Fekat, bu nefs-ül emr vücûd-i vâcib-i teâlâda sâbit olan nefs-ül-emre cenbünde [nazaran] lâ-şey [adem] hükmündedir. 3/109.


● Vücûd-i vehmî ki, hâricde görünendir. Vehmin yok olması ile, yok olmaz ve sebât ve istikrârı olmıyan evhâm ve hayâl değildir. Ve bu dünyâ işleri ve âhıret mu’âmelesi ona bağlıdır. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Vücûd-i vehmî, mücerred vehmin meydâna getirmesi ile olmayıp, Hak teâlânın yaratması ile vehm mertebesinde hâsıl olmuşdur. 3/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 926.]


● Vücûd-i müteaddiden çokluğun yok olması ile hükm eylemek ilhâd ve zındıkadır [zındıklıkdır]. 3/32.


● Vücûda ve tevâbi’i vücûda [vücûda tâbi’ olanlara, bağlılara] mazhariyyet [zâhir olma] ve mir’âtiyyet [ayna olma] için ademden gayri kâbil yokdur. Zîrâ şey’in mazharı, ol şeyin mukâbilidir [zıddıdır]. Vücûdun mübâyın ve mukâbili ademdir. 3/58.


● Vücûd-i teâlâ için [Allahü teâlânın vücûdü için] hiç adem mukâbil değildir. 3/64.


● Vücûd-i zıllî, mahlûkların varlığının başlangıcıdır. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vücûd-i ferzend [evlâdın varlığı], Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Yaşadıkları müddetçe, insan çok fâidelerini görür. Ölümleri de, sevâb kazanmağa ve yükselmeğe sebeb olur. [Fekat, çocuklarına dîni, îmânı öğretmiyen ana babaya, çok azâb yapılacakdır.] 2/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Vahdet-i vücûd erbâbı, ism ve sıfatları, i’tibârât-i ilmiye zan ederler. [İlmin i’tibârları zan ederler]. 2/45.


● Vahdet-i vücûd, sekrin galebesinden [çokluğundan] ve muhabbetden meydâna gelir. Muhabbet, sevenin nazarından [gözünden] gayriyi siler, giderir. Ve aşırı şevkden dolayı, kesreti, vahdetin aynası gösterir. Mir’at, şühûddan gizlenmişdir. Zâhir olan hemen sûretdir. 3/32.


● Vahdet-i vücûd mutlakâ nefs-ül-emrîdir. Ve te’addüd-ü vücûd, tevehhüm [kuruntuya düşme] ve tahayyül [hayâle getirme] i’tibâriyle nefs-ül-emrîdir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Vahdet-i vücûda bağlı olanlar [tutulanlar] zıllı asldan fark edememişlerdir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Vahdet-i cemâl, hazret ilme tesmiye olunur ki, te’ayyün-i evvelin ya’nî hakîkat-i Muhammedînin zıllıdir. 3/122.


● Vahşî “radıyallahü anh”, Veysel Karnîden üstündür. 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Vera’, islâmiyyetin men etdiği şeyleri terk etmekden ibâretdir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● “Vera’ ile dîniniz kâimdir [ayakdadır].” Hadîs-i şerîf. 2/81. [Se’âdet-i Ebediyye: 96.]


● Vera’ ve takvâ, yasaklardan sakınmak demek olup, zarûriyyât-i dindendir. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Vera’, ya’nî harâmlardan kaçmadıkça ve mubâhların fazlasından kaçınmadıkca ele geçmez. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Vera’ın temâm olması için, lîsanını gıybetden korumalı, sû’i zandan kaçınmalı, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, Allahü teâlânın ni’metlerinin çokluğunu düşünerek, kendini ucbdan [beğenmekden kurtulmalı], malı boş yerlere harc etmemeli, nefsi için mevki’, makâm istememeli, nemâzları vaktinde kılmalı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân ve iyi işleri öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● “Zerre miskâli vera’, nâfile sadaka, oruc ve nemâzdan hayrlıdır.” Hadîs-i şerîf. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Vasl-ı uryânî, nûrânî perdelerin temâmen kalkmasından [yok olmasından] sonradır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Vüsûl, nübüvvet mertebesinde, husûl, vilâyet makâmında olur. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vüsûl [ulaşma, yetişme] ile ittisal [kavuşma] meyânında fark çokdur. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● Vüsûlde pîr [ihtiyâr], civân [genç], nisâ [kadın], sıbyan [çocuk] ve emvât [ölüler] müsâvîdirler. Yalnız edebe riâyet şartdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vüsûl-i matlûb [matlûba ulaşma], âfâk ve enfüsün ötesine bağlılık ve mâ-sivây-ı sülûk ve cezbeye bağlıdır. 3/100.


● Vüsûl, bekâ-billâh makâmında hâsıldır ki, fenâdan ve nisyân-ı mâ-sivâdan [mâsivânın unutulmasından] sonra hâsıl olur. 3/32.


● Vüsûl-i zât-i teâlâ iki kısmdır: [Zât-i teâlâya kavuşmak iki kısmdır.] Biri nazarî kavuşmak olup, asâleten Halîlullahın nasîbidir. Zîrâ, Zât-i teâlâya yakın te’ayyün, te’ayyün-i evveldir ki, rabb-i Halîldir. İkincisi, vüsûl-i kademî olup, bilhassa Habîbullaha mahsûsdur ki, bu vüsûl [kavuşmak], kurb derecesinde çok kuvvetli olmakla, tecellî-i zâtın Resûlullaha münâsebeti ziyâdedir. İmdî Enbiyâ meyânında, bütün fazîletler, bu iki büyüğün nasîbi oldu. 3/88.


● Bu kısa vaktde ve az fırsatda, ma’nevî hastalık [illet] olan, kalb hastalığının, çok zikr ederek, giderilmesi, mühim [ehemmiyyetli] ilâcdan ve büyük maksaddan olmalıdır. 1/166. [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Vakt-i şebâbda [gençlikde], istikâmet üzere olmak [ahkâm-ı islâmiyyeye uymak], dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür. [Bunun için, evlâdlarını dinsiz muallimlerin, gazetenin, arkadaşların tuzaklarına düşürmemelidir] 1/146. [Mektûbât Tercemesi: 185.]


● Vilâyet-i sâniye [ikinci vilâyet], fenâdan sonra, bekâ ile müşerref olup [şereflenip], vücûd ve tevâbi’-i vücûd i’tâ buyurulmasıdır. 3/89.


● Vilâyâtin tefâvütleri [farklılıkları], derecât-i kurb i’tibâriyledir [yakınlık dereceleri i’tibâriyledir]. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Vilâyet, kurb-i zıllîdir [zıllere yakınlıkdır]. Ve onda olan giriftarlık [bağlılık] zılle bağlılıkdır. 3/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Vilâyeti, tahâret [abdest almak] gibi, islâmiyyeti, nemâz gibi bilmek gerekdir. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Vilâyet, Allahü teâlâya yakınlıkdan ibâretdir ki, bu ise zıllere yakınlıkdır. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vilâyetde, insanlık sıfatlarını, nübüvvetde, sıfatların çirkin şeylere bağlanmasını yok etmek lâzımdır. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vilâyetde, dünyâ ve âhıretin unutulması lâzımdır. Nübüvvetde, âhırete bağlılık iyidir. 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Vilâyet, fenâ ve bekâ devletini [ni’metlerini] tahsîlden ibâretdir [kazanmakdan ibâretdir]. 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Vilâyet, akl ile anlaşılamaz. 1/198 [Mektûbât Tercemesi: 236.]


● Vilâyetde kerâmet şart değildir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Vilâyet, Allahü teâlâya yakınlıkdan ibâretdir ki, mâ-sivâyı unutdukdan sonra, ihsân edilir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Vilâyetde, kemâl-i itminân olamayıp, kısmen mevcûddur. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyetin bütün üstünlükleri, ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine uymanın netîcesi, Peygamberlik üstünlükleri, ahkâm-ı islâmiyyenin hakîkatinin meyveleridir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet dereceleri temâm olup, nihâyete vardıkdan sonra, keşf veyâ ilhâm ile hâsıl olan bilgiler, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tam uygundur. [Nakl olunan bilgilerin aynıdır.] 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Vilâyetin yarısı urûc [yükselmek] ve diğer yarısı nüzüldür [inişdir]. Ba’zıları yükselmek tarafını vilâyetin temâmı zan edip, iniş tarafını nübüvvetin kemâlâtı zân ederler. Hâlbuki bu iniş dahî, yükselmek gibi vilâyetdendir. 1/301. [Mektûbât Tercemesi: 480.]


● Vilâyetin nihâyeti [sonu] seyr-i enfüsînin nihâyetine [sonuna] kadardır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Vilâyet mertebelerinin nihâyeti [sonu] kulluk makâmıdır. Abdiyyetin [kulluk makâmının] fevkinde [üstünde] bir makâm yokdur. 1/285 [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Vilâyetde teveccüh Hakkadır. Nübüvvetde teveccüh, hem Hakka, hem halka olup, birbirine mâni’ olmaz. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Vilâyetde, nefs itmînâna kavuşmuş iken, bedeni meydâna getiren maddeler, taşkınlık ve serkeşlikden vazgeçmiş değildirler. Meselâ, cüz’i nârî hayriyyet ve tekebbürden vazgeçmiş değildirler. Cüz’i arzî hisset ve alçaklığına pişmân olmamışdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet beş derece olup, herbiri, beş latîfeden birinin vilâyetidir. Herbir derece, ülülazm Peygamberlerden birinin vilâyetinin bir parçasıdır. Vilâyetin birinci derecesi, Âdem aleyhisselâmındır ki, onun mürebbîsi [onu yetişdiren] tekvîn sıfatıdır ki, menşe-i sudûr-i ef’aldir. [Amellerin meydâna çıkışının başlangıcıdır. İnsanların her işini bu sıfat yapar.] İkinci derece, İbrâhîm ve Nûh aleyhimesselâmın ayağının altıdır [altındadır]. Onların rableri [yetişdiricileri] ilm sıfatıdır ki, sıfât-i zâtiyyenin en genişidir. Ve üçüncü derece, Mûsâ aleyhisselâmın ayağının altındadır. Ve Onun rabbi, selb sıfatlarındandır ki, mukaddes ve kusûrsuzdur. Dördüncü derece, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır. Onun rabbi selb sıfatlarındandır, sübût sıfatlarından değildir. Bu derece, takdîs ve tenzîh makâmıdır. Meleklerin çoğu bu makâmda Îsâ aleyhisselâm ile ortakdırlar. Bu makâmda büyük şân vardır. Beşinci derece, Peygamberlerin sonuncusunun ayağı altındadır. Ve onun rabbi, rablerin rabbidir. Ve sıfatları, şu’ûnları, takdîsleri ve tenzîhleri kendinde toplamakdadır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyeti birinci derecede olan bir Nebînin vilâyeti, en yüksek derecede olan velînin vilâyetinden çok üstündür. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet, yâ hâssa [husûsî] veyâ âmme [umûmî] dir. Vilâyet-i âmme, mutlakan vilâyetdir. Vilâyet-i hâssa, Vilâyet-i Muhammedîdir ki, tam fenâ ve olgun bekâdır ki, nefs mutmainne olur. 1/135. [Mektûbât Tercemesi: 178.]


● Vilâyetlerin birbirlerinden üstünlüğü, latîfelerin üstünlük sırasına bağlı değildir. Tâ ki, ahfâ sâhibi diğerlerinden efdâl ola. Belki, asla yakınlık ve uzaklık bakımındandır. Ve kalb latîfesinde olan bir Velî, asla dahâ yakın olmakla, ahfâ sâhibinden dahâ üstün olabilir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet-i Muhammedî geri alınmaz. Diğer vilâyetler, elden gidebilir, geri alınabilir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Vilâyet-i sugrâda, vehm ve hayâlden kurtuluş yokdur. Vilâyet-i kebîrede [kübrâda] vehm ve hayâlden kurtuluş müyesser olur. 2/3.


● Vilâyet-i sugrâ, âlem-i kebîrdeki latîfeleri geçdikden sonra başlar. Beş latîfenin aslları olan zılleri, seyr-i fillah ile geçmekle biter. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet-i sugrâ, âfâk ve enfüse te’alluk eder ki [onunla alâkalıdır ki], vilâyet-i zıllîdir ve bunun müntehîlerine tecelli-i berkî [şimşek gibi gelip-geçen tecellî] vardır. Vilâyet-i kübrâ, asla te’alluk edip, akrabiyyet [yakınlık] Hak sübhânehûda seyrdir. Bu vilâyet-i Enbiyâ olup, dâimî tecellîdir. 2/3.


● Vilâyet-i ulyâ ki, vilâyet-i mele’i a’lâdır. Bâtın ismine te’alluk eder [bağlıdır]. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyet-i kübrâ ki, vilâyet-i Enbiyâdır. İsmlerin zıllerinin ve sıfât-ı vücûbîye dâiresini, seyr-i fillah ile geçdikden sonra başlar. İsmlerde, sıfatlarda ve şü’unlarda seyr ederek biter. Böylece, beş latîfenin seyri temâm olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Vilâyetlerin ve kemâlât-i nübüvvetin üstünde, İbrâhîm aleyhisselâmın kemâlâtı [üstünlüğü] ve son resûl olan Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin kemâlâtı mevcûddur. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet-i hâssadan sonra uruc [çıkış] ve nüzûldür [inişdir]. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Vilâyet-i Muhammediyye [Muhammed aleyhisselâmın vilâyeti], bütün Peygamberlerin vilâyetlerini hâvîdir [hepsini kaplar]. Onların birinin vilâyetine kavuşmak, bu vilâyet-i hâssanın bir parçasına kavuşmakdır. 1/77. [Mektûbât Tercemesi: 122.]


● Vilâyet-i Muhammedîde, seyrin sonu, şânın zılline kadardır ki, onun ismidir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Vilâyet-i kübrâ, asla âid yakınlıkda, Hak sübhânehü ve teâlâda seyrdir ki, bu, vilâyet-i Enbiyâ olup, dâimî tecellîdir. 2/3.


● Velînin nüzûlü [aşağı dönmesi] çok olunca, kemâli de çok olur. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Velî, sahâbe mertebesine yetişemez, ulaşamaz. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Velî, hiçbir Pergamberin mertebesine varamaz. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Velînin bir bakımdan Nebî üzerine efdal olması mümkindir. Her bakımdan üstünlük Nebî içindir. 2/7.


● Velîlerin mebde-i te’ayyünleri, ayağı altında oldukları Peygamberin mebde’i te’ayyünü olan ismin cüz’iyyâtının cüz’iyyâtıdır [parçalarından bir parçadır]. 3/114.


● Vehm ve hayâl, enfüs ve âfâk dâiresinden çıkmak mümkin değildir. Bunların nihâyeti, zıllin nihâyetine dekdir. Ve bir makâmda ki, zıl olmaya, vehm dahî yokdur. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Vehm ve hayâl, sâlikin [tesavvuf yolcusunun] ahvâlini tasvîr ve âşikâr edip [meydâna çıkarıp], ilm erbâbından eder. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Vehm, kul ile Rab arasındaki ellibin senelik yolu, az zemânda kat edip, derecât-i vüsûle îsâl eder [kavuşma derecesine kavuşdurur] ve hayâl, dekâık-ı esrâr-ı gaybî [gayb esrârını] kendi aynasında keşf eder. 3/109.


● Vehm mertebesinde, meydâna gelme, Hak teâlânın yaratması ile olup, vehmin vücûda getirmesi değildir. 3/97.


● Vehm mertebesinin, ilm mertebesinden ziyâde, hâricî mertebeye benzeme ve münâsebeti vardır. 3/109.


● Zeydiyye mezhebi, Zeynel’âbidînin oğlu Zeydin yoludur ki, şî’î mezhebidir.

● “Vallahü basîrun bimâ ya’melûne” [Onların yapdıkları herşeyi Allahü teâlâ görücüdür.] buyurmuşdur.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-N

 – N –

● Nâfile nemâz, Kur’ân-ı kerîmi hatm, tesbîh ve tehlîl edince, sevâbını ölmüşlere hediyye etmek, etmemekden iyidir. 2/77.


● Nâkıs ile kâmilden [kusûrlu ile mükemmelden] mürekkeb olan şey kusûrludur. 3/74.


● Nâmûs ve âr, örf ve âdet, nefs-i emmâre hevâsından dolayıdır. [Nefs-i emmârenin isteklerinden dolayıdır.] 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nübüvvet vilâyetden efdaldir. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Nebînin nübüvveti, kendi vilâyetinden üstündür. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nübüvvet, aklın erdiği makâmların ötesidir. 3/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Nübüvvetde teveccüh halkadır. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Nebî [Peygamber], kendinden önceki bir Resûlün, Nas ile vâkı, hâsıl olan ahkâmına tâbi’dir. İctihâd ve sünnetine tâbi’ değildir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Her Nebînin ayağı altında, bir vilâyet-i hâssa mevcûddur. 1/294. [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Necâset, her zemân necâsetdir. Bir vakt pis olması, başka vakt temiz olması düşünülemez. [Aynı, kendisi necs her zemân necsdir. Önce ve sonra mubâh olamaz.]. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Günlerin uğursuzluğu, Âlemlere rahmet olanın gelmesi ile bitmişdir. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Nisânın [kadınların] intisâbı [bağlanması] câizdir. Mahremleri değil ise, perde arkasında oturup, tarîkati ahz ederler [alırlar]. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Nesh-i şerî’at. 3/21.


● Nisvânda [kadınlarda] şirkin gizlisinden kurtulan ve kâfirlik alâmetlerinden birini yapmıyan çok azdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Nasîhatlerin îcâbı ile amel etmek hâsıl olmaz ise de, kusûr ve noksanını i’tirâf dahî hâsıl olur, o da bir devletdir. 3/17. (Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nazar ber kadem [Bu yolda ayaklarına bakmak.] 1/295. [Mektûbât Tercemesi: 473.]


● Nüzûl [iniş], uruc [yükseliş] mikdârı olur. 1/234.


● Ni’metleri başkalarına göstermek, hamd etmek olur. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Nefs-ül-emr mertebesi [kendisini görmek], vehm mertebesinden [hayâlini görmekden] ekvâ ve esbetdir. 3/100.


● Nefs-ül-emr mertebesi vehmlerin zevâliyle [yok olması ile] zâil olmıyan [yok olmıyan] vücûd demekdir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Nefs-ül-emrde aynadaki sûret mevcûd değildir. Fekat, tevehhüm ve tehayyül [kuruntuya düşme, hayâle getirme] i’tibâriyle, sûretin husûli nefs-ül-emrî olur. Birincisi, mutlaka nefs-ül-emrîdir. İkincisi tevehhüm ve tehayyülün tavassutuyla nefs-ül-emri olur. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Nefs-i emmâre. 2/50. (Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefs-i emmâre eşyânın en câhilidir. Himmeti [gayreti] kendini mahv etmeğedir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Nefs-i emmârenin gâyesi, kendisi gibi bir kimseye bağlı olmayıp, herkes ona bağlı ola. [Ondan emr ala, ona uya.] 3/60.


● Nefs, bizzât, ahkâm-ı semâviyyeyi inkâr eder. 3/60.


● İnsanın nefsi, Allahü teâlâya isyân, can düşmanı olan şeytâna itâ’at dilemekdedir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Herkesin ene [ben] diye hitâbından [söylemesinden] kasdedilen kişi kendi nefsidir. 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Nefs-i emmâre hayvanlarda yokdur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nefs-i nâtıka, nefs-i emmâre demekdir. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Nefs-i nâtıkanın hakîkati adem [yokluk]dur ki, vücûdün aks etmesi [yansıması in’ikâsı] vâsıtası ile, kendini mevcûd tasavvur etmişdir. [Kendini, vücûd vâsıtası ile mevcûd zan etmişlerdir.] 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Nefs, bir merkez, santraldır. Duygular, organlar onun tafsîlatıdır [âletleridir]. 1/22. [Mektûbât Tercemesi: 38.]


● Nefsin kalb ile bağlılığı vardır. Gönül vâsıtası ile rûha bağlanır. Rûhdan gelen feyzler, tafsîlatlı olarak kalbe ve nefse ve nefsden his organlarına yayılır. 1/22. [Mektûbât Tercemesi: 38.]


● Nefs-i emmârenin inkârı mevcûd iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi delîl ile [akl ve fen ile] anlamak güçdür. Önce nefsi temizlemek zarûrî olup, bundan sonra, îmân-ı hakîkî müyesser olur. 1/46. [Mektûbât Tercemesi: 79.]


● Nefs-i emmârenin azgınlık zemânı olan gençlik zemânında, insan, şeytâna muhâlefetde bulunsa, az bir amel için çok sevâba nâil olur. İhtiyârlık zemânında [ömrün sonunda] güç ve kuvvet kalmaz ve normal şartlar bozulup, [cem’iyyetin sebebleri, perişân oldukda] nedâmet ve pişmânlıkdan gayri yapılacak iş yokdur. Ve çok olur ki, o zemâna dahî yetişmek nâsib olmaz. Pişmânlık zemânı yakalanamayıp, pişmânlık nasîb olmazsa, ebedî azâb ve büyük cezâya yakalanır. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● Nefs-i emmâre üzerine, islâmiyyetin emr ve yasaklarına uymakdan ziyâde, zor bir iş [şey] yokdur. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Nefs-i emmârenin fesâdâtı semm-i kâtildir. [Nefs-i emmârenin fesâdları yol kesicidir.] Şeytânın ilkâsı ile olan hâricî fesâdlar, kolaylıkla zevâl pezîrdir. [Kolaylıkla izâle edilir.] 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Nefs-i emmârenin harâblığı [mahv olması] dînin sâhibine uymakla olur. Gayrı ile mümkin değildir. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Nefs, emmârelikden kurtulup, itmînâna kavuşmadıkça, islâmiyyetin aslının hâsıl olması, müyesser olmaz. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefsin safâsı, dalâletdir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Nefsin tezkiyesi [kötülüklerinin izâlesi] mergûbdur [beğenilir]. 3/60.


● Nefsin tezkiyesi, kalbin safâsına ve onu kalbin siyâset eylemesine bağlıdır. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Nefs mutmainne olunca, serkeşlik [dikbaşlılığı] ve taşkınlığı kalmaz. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefsin itmînânı, Zât-i ilâhînin tecellîsi zemânında olur. 1/253. [Mektûbât Tercemesi: 316.]


● Nefs mutmainne oldukdan sonra meydâna gelen serkeşliği [dik başlılığı, isyânı], dört unsurda olup, bu serkeşlik, hilâf-ı evlâ olanı terk etmek ve ruhsatı istemek ve azîmeti terk eylemek olup, harâm işlemek ve farzları terk etmek değildir. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Nefsin itmînânı, anâsırın [unsurların, maddelerin] i’tidâlinden [orta derecede olmasından] evvel veyâ sonra olur. Birincisinde, rezîl sıfatlara dönmesi muhtemeldir. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Nefsin itmînânı, ilm-i huzûrînin yok olmasından ibâret olan nefsin fânî olması sebebi ile olur. 3/52. [Se’âdet-i Ebediyye: 924.]


● Nefsin safâsiyle keşf-i mugayyebât olur ki, istidrâcdır. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Nefs-i emmâre inadcıdır. Bir işi murâd etdikde, netîcesine varmağa acele eder. Hakîkatini ve boşluğunu [bâtıllığını] düşünmez. 1/228. [Mektûbât Tercemesi: 280.]


● Naks ve şer ve kötülük demek, bunları anlamak demekdir. Fenâlık ve naks ile vasflanmak değildir. 1/9


● Nokta-i cevvâleden [Bir ipin ucuna taş bağlayıp, diğer ucundan tutup, çevirince, taşdan] hâsıl olan dâire-i mevhûmenin [hakîkatde olmayıp, var gibi görünen dâirenin] o noktaya [taşa] hiç ilgisi yokdur. Faraza o dâire temâm görünse, dâire hâsıl olunca, o nokta sınırlanmamışdır. Nokta dâirenin herhangi bir cihetindedir, denilemez. 3/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 926.]


● Nokta-i cevvâlenin dönmesinden fehmde [hayâlde] meydâna gelen dâire, [var kabûl edilen dâire] gibi, aslı yokluk olan bu âlem, var zan olunmakdadır. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Nokta-i cevvâle mevcûddur. Hayâlde teşekkül eden dâire hâricde yokdur. Lâkin, his ve vehm mertebesinde var kabûl edilmişdir [var görülmekdedir]. 3/58.


● Nokta-i cevvâleden dâirenin husûli [Dâire şeklinde hızla dönen bir noktadan dâirenin meydâna gelmesi] vehm ve hayâl bakımından nefs-ül-emrîdir. [Yalnız, geçici bir görünüş olmayıp, kalıcı bir varlıkdır.] Lâkin hakîkatde dâire yokdur. Nokta vardır. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye 943.]


● Nakl-i ervâh [rûh nakli] mevcûd değildir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Nemâz dînin direğidir ve müslimân ile kâfirin arasındaki farkı bildirir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Nemâz, bütün ibâdetlerin ve orucun üstü ve efdalidir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nemâzda otururken, parmağı ile işâret etmek, mu’teber rivâyetde harâmdır. Fetvâ böyledir. 1/312. [Se’âdet-i Ebediyye: 267.]


● Nemâzın âdâbı. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Nemâzları evvel vaktinde kılmak lâzımdır. Lâkin, insanlık îcâbı (âcizlik) müstesnâdır. Ve kışın yatsının te’hîri müstehabdır.[●] 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nemâzda her tekbîr, o rüknü yapmağa lâyık olmadığını bildirmekdedir. 1/304. [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● Nemâzda, erkâna ve şartlara ve sünnetlere ve edeblere riâyet edip, tumânînete ve ta’dîl-i erkâna riâyetde mübâlega oluna. [Aşırı dikkat göstere]. Zîrâ ekserî kimseler, nemâzı zâyi’ edip, elden kaçırıp, ta’dîl-i erkânı yapmamışlardır.


Bunlar hakkında azâblar bildirilmişdir. Nemâz düzgün olarak edâ olunursa, kurtuluş ümmîdi çok olur. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.] [Köyde, yolda nemâz kılmak için kıble cihetini bilmek lâzımdır. Güneş gören bir toprağa bir çubuk dikilir. Yâhud bir ip ucuna birşey bağlanıp sarkıtılır. Takvîmde yazılı (Kıble sâati) vaktinde çubuğun, ipin gölgesi, kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin, güneşin bulunduğu tarafı, kıble ciheti olur.]


[●] demişler ise de, imâm-ı Rabbânî tecvîz etmiyor [izn vermiyor].


● Nemâzda, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” safları düzeltir, ondan sonra nemâza dururlardı ve “safları düzeltmek, nemâz kılmanın bir parçasıdır” buyururlardı. 2/64.


● Nemâzda niyyet, yalnız kalb ile olmak sünnetdir. Dil ile niyyet bid’atdir. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Nemâzın edâsında, bu farzı bizim Peygamberimiz edâ eylemişdir. Ben de edâ edeyim diye niyyet edildikde, ümmîddir ki, farzı yapmak sevâbından başka, tâbi’ olmak sevâbı da ayrıca hâsıl ola. 3/88.


● Nemâzın hakîkati. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Nemâz vardır ki, kırık kalbleri zevk ile doldurur. Râhat-i bîmârândır. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nemâz vardır ki, günâhları yok eder. Nemâz vardır ki, kötülüklerden korur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nemâzdaki lezzetden, nefsin zevki ve nasîbi yokdur. 1/137. [Mektûbât Tercemesi: 179.]


● Nemâzın mi’râc olması, bu ümmete mahsûsdur. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nemâz, mü’minin mi’râcı olduğu için, teşehhüdde [otururken], mi’râcdaki kelimeleri okumak emr buyuruldu. 1/304. [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● Nemâzın dünyâdaki rütbesi, âhıretdeki rü’yetin rütbesi gibidir. [Allahü teâlâyı görmek gibidir]. 1/137. [Mektûbât Tercemesi: 179.]


● Nemâzın üstünlüğünden birşey anlıyan, simâ’ ve nagmeden [mûsikîden] söz etmez ve vecd ve tevâcüdü ağzına almaz. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Nemâzda öyle an olur ki, ârif dilini, Mûsâ aleyhisselâma söyliyen ağaç gibi bulup, bütün a’zâsını vâsıta ve âlet gibi görür. Öyle zemânlar olur ki, nemâzda bâtını zâhirine karışır. Bilmediğimiz bir bağ ile o âleme bağlanır. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Nâfile nemâz sevâbı hediyye edilir. 2/77.


● Nâfile nemâzı cemâ’at ile kılmak tahrîmen mekrûhdur. 1/288. [Mektûbât Tercemesi: 440.]


● Nâfilelerin, farz yanında, hiç i’tibârları yokdur. Belki nâfilenin sünnete [beş vakt nemâzın sünnetlerine] dahî nisbeti böyledir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Nâfilelerin edâsı, zıllere yakınlık hâsıl eder. Farzların edâsı, asla yakınlık hâsıl eder. 1/260. (Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nûr-ı ilâhî, sıfat ve şu’ûnâtın fevkidir [üstüdür]. Ve bu tecellî, tecellî-i zâtiyyenin de fevkidir [üstüdür]. Hakîkat-i Kâ’be zan ederim ki, bu nûr-i sırfdır ki, cümlenin mescûdudur [secde etdiği yerdir]. Bu nûr dahî nûrâniyyet-i sırf hicâblarından [perdelerinden] bir perdedir. 3/76.


● Nûr-i kamerin [ay ışığının] nûr-ı şemsden [güneş ışığından] müstefâd olduğu [alındığı]. 3/118.


● Nevm zemânında [uyku zemânında], yüz kerre tesbîh, tahmîd ve tekbîr getirmek, kendini hesâba çekmek sayılır. 1/309. [Mektûbât Tercemesi: 494.]


● Nevm [uyku] ki, büsbütün gafletdir. Lâkin tâ’at yapmakda hâsıl olan tenbelliği def’ niyyeti ile oldukda, ayni ibâdet olur. 1/160. [Mektûbât Tercemesi: 195.]


● Ne devletdir ki, herkes bir kimseyi kötü bileler, o ise hakîkatde iyi ola. 1/149. [Mektûbât Tercemesi: 187.]


● Niyyetsiz amel sahîh olmaz. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Niyyetin ehemmiyeti. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Niyyetin lüzûmu muhtemel olan şeylerdedir. Belli olan şeyde niyyet etmeğe hâcet yokdur. 3/110.


● Niyyetini doğru yapamıyan kimse, kendini niyyet etmeğe zorlamalıdır. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Niyyete göre amel dürüst olur. Diğer işleri niyyet etmek ile kendilerini bâtıl kılmıyalar. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Niyyet-i pîrân ile [şeyhler için] oruc tutmak ve istek ve maksadını o oruca bağlı kılıp, o vesîle ile istekde bulunmak ve isteğinin onlar sebebi ile, hâsıl olduğuna inanmak, ibâdetde şirkdir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]