Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

UZLETİN ÇEŞİTLERİ VE MERTEBELERİ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Uzlet, RAHMANÎ ve ŞEYTANÎ olmak üzere, başlıca iki çeşittir. Bunlardan RAHMANÎ olan da avamın uzleti, havassın uzleti ve hassül-hassın uzleti olmak üzere üç mertebedir.  


Şimdi, Rahmani uzletten başlayalım:  

Rahmani uzlet ona derler ki, uzlet edip halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçınmaktan maksat ve murat, halvet bir yerde nefsi hapsetmektir. Tâ ki, halk senin şerrinden emin olsunlar. Eğer, uzletinin mânası ve maksadı bu ise, buna RAHMANÎ UZLET derler. 


Eğer, halkın şerrinden emin olmak maksadı ile bir kenara çekilmiş bulunursa, ona da ŞEYTANÎ UZLET denir. Zira, bu takdirde şeytan seni yoldan çıkarır, sonunda dalâlete düşer ve şeytanın esiri olursun. Oysa, Rahmani uzlet böyle değildir. Onda asıl gaye halkı şerrinden emin kılmaktır, halkın şerrinden kaçmak değildir. 


Rahmani uzlette bulunan, bir kenara çekilir, nefsini bir yere bağlar, onu açlığa ve susuzluğa alıştırır, o uğursuz nefsin ciğerini dağlar. Şeytanî uzlette bulunanlar ise, halvet bir yerde oturmayı, halkın şerrinden emin olmayı ve rahat etmeyi düşünürler, kendi nefsini terbiye edebilmiş gibi halkın fitne ve fesadın dan çekinir ve kaçarlar. 


Buna şeytanî uzlet denilmesinin sebebi de şudur: Bilindiği gibi, şeytan kendisini hayırlı sandı ve bu yüzden rahmet-i ilâhiyyeden kovuldu. Bunun için, kendi nefsinin şerrini düşünmeden, kendisini hayırlı ve halkı şerli bilip uzlet edenler de şeytana uymuş olurlar.  


Rahmani uzlet edenler ise, kendi nefislerini horlarlar ve Ona:  

— Seni bir yere bağlayayım ki, kimseye zararın dokunmasın. Şerrinden herkes emin olsunlar ve hiç kimse senden incinmesin, derler.  

Nitekim, Beni-İsrail zamanında bir rahibe sordular:  

— Rahip misin?  

— Ben rahip değilim. Fakat, çok güçlü ve yaramaz bir köpeğim var. Halkı fena halde incitiyor. İşte, onu aldım ve bir halvet yere çekildim ki kimseye zararı olmasın, cevabını verdi. Rahmani uzletin, avama mahsus olanı böyledir. Bunun bir de havassa mahsus olanı vardır ki, şöyle olur:  


Bunlar, beşerî sıfatlardan sıyrılırlar, dünyanın bütün zevk ve lezzetlerinden vaz geçerler. Haktan gayrı hiçbir şeyi özlemez ve düşünmezler. Bu sebeple de Hakkın visali halvet hanesine çekilir, orada cansız ve dilsiz mücavir olurlar.  Bundan daha ileri bir uzlet de hassül-hassın uzletleridir. Onu burada anlatmak olmaz. İnşa’allahu teâlâ, aşağıda halvet bahsinde söylenecek ve ehlinden gizlenmeyecektir. 


Ey tâlibim diye uzlet ve halvet ehli geçinen yalancı! Vay kendisini uzlette zanneden biçare: Henüz nefsini riya ve riyasetten ve şehvetten geçirememişsin, amellerini ihlâsa getirememişsin, doğru dürüst avama mahsus uzleti becerememişsin, nerede kaldı havas ve hassül-hassa mahsus uzlet edebilesin ve uzlet ehlinden olduğunu ileri sürebilesin.  


Yunus Emre ne güzel buyurmuştur:  

“Kerametim vardır diye halka sâlihlik satarsın, 

Nefsini müslüman eyle var, kerametin odur senin.”  


Sen de, nefsini hâlâ iyilik mertebesine ve adamlık rütbesine ulaştıramamışsın, nefsi emmâreliğin henüz üzerinde duruyor. Ey biçare! Ey edepsiz, daha asker mertebesinde bile değilken utanmadan, nasıl sultanlık dâvası edebiliyorsun?  


Ey kardeş: Uzlet etmenin nasıl olacağını anladıktan sonra, şimdi de uzletin faydalarını da sana anlatayım da uzlete riya karışır mı, karışmaz mı, uzlet riyâ ile olunca nasıl olur, nasıl olursa ihlâs ile olur, riyâ neye derler, riyâdan sakınmak nasıl olur, bunların her birini ayrı ayrı bildireyim, sen de ona göre amel et.  


Rahmani uzletin ilk faydası budur ki, kişinin ameline riyâ karışmaz. Riyâ, daha çok şeytanî uzlete karışır. Rahmani uzlete riyâ karışmamasının sebebi, halvet bir yerde oturur ibadet edersin, niyetin temiz ve hâlistir. Yoksa, uzletten murat hak için olmayıp da halk için olursa, kendi nefsini kınamak için olmazsa, o zaman uzlet ehlinin uzleti de ameli de riyâ üzerine olur ve kendisi de iki yüzlü sayılır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

UZLET ETMENİN YARARI, HALKA KARIŞMANIN ZARARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Uzlet, bilindiği gibi bir tarafa çekilme, tenhada oturma, inziva demektir. Şimdi ey kardeş: Bu halktan uzlet edip, kesilmek gerektir. Zira halktan kesilmeyen kişi, dilini, dinini, karnını ve gözünü sözün kısası yedi azasını koruyup kollayamaz. Bütün bu azaların şerre yönelmesinde halkın teşviki ve tesiri çoktur. Kişi, halkın arasına karışınca, elbette onlara uymak zorundadır. Eğer, uymaz ve karşı koymağa kalkarsa, düşman olurlar, asla rahat bırakmazlar ve insanı incitirler. Onun için, halktan uzlet gerektir, diyoruz. Birçok âfetler de halka karışmaktan hâsıl olur.  


Bu sebeple arifler: (Halk ile yol arkadaşı olan, ateşle yol arkadaşı olmuş gibidir,) demişlerdir. Ateşle sohbet ne ise, halk ile sohbet de odur. Gerçi, ateşin insana bazı yararları da vardır ama dikkat edilmezse insanı birden yakar. Yukarıda da bahsettik, görmedin mi dedikodu bile insanlar arasına karışmaktan ileri geliyor. Yalancılık, riyâ, kibir, nifak ve hased de hep insanların karışıp kaynaşmalarından meydana gelir.  Bu ve buna benzer ne kadar yaramaz fiiller ve hareketler varsa, hepsi insanlarla karışıp kaynaşmanın mahsulüdür. Şu hâlde, selâmet uzlettedir. Kişi, halvette oturmayınca Mevlâya erişemez, Mevlâ ile muameleye yol bulamaz, özellikle, şimdiki zamanda halktan uzlet lâzımdır.  


Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Âhir zamanda, öyle bir zaman gelecektir ki, dünya için vâ'az-ü nasihat eden hatipler çoğalacaktır. Bunlar, ağızlarına geleni söyleyecekler ve bu sözlerini Allahu teâlâya ve Resulüne isnâd edeceklerdir.” 


Bu hadis-i şerifin meali münifi ve yorumlanması da şudur: O zaman, gerçek âlimler çok az olacaktır. Bu âlimler, bu zalimleri defe muktedir olamayacaklardır. Şarlatanlar, minberlere ve kürsülere çıkıp bu âlimleri övdükleri için, âlimler 'de oturdukları yerde susacaklardır. Yine o zaman, dilenciler çoğalacak fakat vericiler çok az olacaktır. O zamana yetişenler, sakın halkın arasına karışmasın ve bir kenara çekilerek uzlet etsin.  


Şimdi ey aziz kardeş:  

Biz, şunu muhakkak olarak biliriz ki; seyidimiz, peygamberimiz, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve-sellem, mahbub-u hazret ve şefi-i ümmettir. Bize, annemizden ve babamızdan daha çok şefkatli ve merhametlidir. Böyle olduğuna göre bize gerekli olanı elbet O bizden iyi bilir. Mademki, O böyle buyurmuştur, biz de O’nun sözüne ve öğütlerine uymak zorundayız. Resûl-ü zişân, halktan uzlet edilmesini, insanlar arasına lüzumundan fazla karışıp kaynaşılmaması lâzım geldiğini beyan buyurduklarına göre, mutlâka bu Hadis-i peygamberiye uymalıyız.  


Zira, bu Hadis-i şerifi beyan buyurduktan sonra, aleyhissalâtü vesselam efendimizden sordular:  

— Yâ Resûlallah! O buyurduğunuz vakit ne zaman gelir?  

Sultan-ı Enbiyâ efendimiz saadetle buyurdular:  

— Ne zaman ki, ilme çalışanlar ve ilim öğrenenler nefisleri hevâsı için, yani dünya ululuğu, izzet ve makam için, kadı veya müderris olmak için, bu sayede dünya nimetlerine ermek için ilim tahsil ederler ve ilmi nefislerine âlet ederler, ilimlerini Allâh kapısına varmağa sebep kılmazlar, belki dünya beylerinin ve paşalarının kapılarına varmağa vesile ederler. O zamanın beyleri ve paşaları da ilmi ve ilim ehlini hor görmeye başlarlar. 


O zamanın âlimlerinin en dindar görünenleri bile ilimlerini dünyaya satarlar, fakirlere şefkatleri olmaz, mescitlere giden yollar ve mescitler boş ve meyhane yolları ile meyhaneler dolu olur. Eğlence ve sefahat yerleri çoğalır.  Şimdi, insaf ve basiret ile düşünülecek olursa, muhakkak ki şimdiki zaman, işte o zamandır. Topluluğu da işte bu topluluktur. 


Biz, görebildiğimiz kadar görür dururuz ki, bu topluluğun şerri günden güne artmakta ve hayırları azalmaktadır. Hal böyle iken, neden onların arasına karışıp kaynaşmalı, onlar gibi yolu şaşırıp, onlar gibi neden ateşe düşmelidir?  


Gördün ve duydun, nice azizler ittifak ettiler, halk arasından çekilip çıktılar, kimisi dağlara, kimisi mağaralara sığındılar. Yani, halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçtılar, uzaklaştılar. Oralarda, ibadet ve tâat ile meşgul oldular ve kendilerine mürit olan yârenlerine de vasiyet ettiler ki, aslandan kaçar gibi halktan kaçsınlar ve uzaklaşsınlar. 


Halktan kaçarak mağarada uzlet edenlerden birisi de Şeyh Süleyman-ı Dârani rahmetullahi aleyhtir. Müritlerine vasiyeti şudur: Aslandan kaçar gibi, halktan kaçın ve uzaklaşın. Ayrıca şu nasihatte de bulundular: “Birkaç yerde, halkın arasına karışabilirsiniz: Vakit namazlarında cemaate iştirâk edebilmek için, cuma ve bayram namazlarını kılmak için ve bir de cenaze namazı kılmak için, halkın arasına karışınız. Başka vakitlerde asla destur yoktur.” 


Bütün meşâyih, diğer vakitlerde halkın arasına karışılırsa, Haktan mahrum kalınacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurur: “İnsanların arasına karışan, onlara karşı yumuşak davranınca riyaya kaçar. Kim riyaya karışırsa şirke düşer.” Bu hadis-i şerifle amel etmek gerektir.  


Şeyh Süfyan-ı Sevri rahmetullahi aleyh buyurur ki:  

— Vallahi, şimdiki zamanda uzlet etmek helâldir. Halka karışmak ise haramdır. Zira, halk dalâleti öylesine arttırdı ki, aralarında haram olan helâl gibi kullanılır oldu.  

Îmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de buyurur ki:  

— Şimdiki zamanda uzlet etmek farzdır. Delili ve hücceti de işte bu âyet-i kerimedir: “Sizi ve Allahu teâlâdan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum.”  (Meryem Suresi: 48) 

Îmam-ı Gazalî, bu sözü söyleyeli beş altı yüz yıldan ziyadedir. Şimdiki zaman ne halde ve ne mertebededir, var sen kıyas et!  


Şimdi aziz:  

Bu halktan sana hiç fayda yoktur. Bu halka karışınca, onlara karşı gelmekten vazgeçmek ve onlara uymak lâzımdır. Oysa, bunların fiilleri kavillerini tutmaz. Eğer, onlara muhalefet etmezsen, Allâhu teâlâya âsi olmuş bulunursun. Muhalefette bulunursan, sana düşmanlık ederler, incitirler. 


Senin de o derece kemalin yoktur ki, bunların zahmet ve mihnetlerine tahammül edebilesin. Yani, nasıl olsa sabredemez ve onları suçlarsın, beddua edersin, bu defa da bir başka türlü isyan etmiş olursun. 


Şu hâlde bunun çaresi, bunlardan uzlet etmektir. Seni yoktan var eden, sana rızkını veren o ulu sultanın kapısına sığınmaktır. Diğer bütün fâni kapılardan elini ve eteğini çekmektir. Dost kapısına ihlâs ile komşu olunca, her günün bayram ve her gecen kadir olur. İki cihanda selâmet bulursun. 


Velilerin sultanı Hazreti Veysel Karâni radiyallâhu anh buyurur ki: “Sana vahdet gerektir. Selâmet, vahdettedir.” der. Şeyh Cafer-i Sadık radiyallâhu anh buyurur: “Zaman fesatlaştı ve kardeşlerin halleri değişti. Şimdi susmak ve evine çekilip oturmak zamanıdır.” 

 

(RESUL-İ EKREM'İN HIRKASI)

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, son demlerinde mübarek hırkalarının Veysel Karâni’ ye verilmesini vasiyet buyurdular. Âlem-i cemale intikallerinden sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali radiyallahu anhümâ efendilerimiz,  Mübarek hırkayı Üveys'e götürdüler. Baktılar ki, bir su kenarında yarı kazmış ve kendisine in yapmış, halktan gizlenmiş, orada ibadet ediyor. Bazan da çıkıp, ıssız sahralara doğru gidiyor amma asla halkın arasına karışmıyor. Kendisini, tek ve tenha buldular ve Resûl-ü zişânın vasiyetini söyleyerek, mübarek hırkayı kendisine takdim ettiler. 


Hz. Veysel Karâni: (Siz, burada durun!) diyerek, hırkayı aldı bir halvet yere vardı. Hırkayı bıraktı ve başını secdeye koydu, yalvarmaya başladı:  

— İlâhi! Bu mübarek hırkayı senin Habibin bana vasiyet etmiş, giysin de ümmetimi senden dilesin, demiş, ilâhi!  


Hz. Muhammed aleyhisselâmın ümmetini bağışlamayınca, ben bu hırkayı giymem. Böylece, uzun zaman yalvardı, yakardı. Hz. Ali ve Hz. Ömer, daha fazla sabredemediler ve yanma giderek:  

— Yâ Üveys! Başını secdeden kaldır, bize haber ver, hal nice oldu? dediler.  

Veysel Karâni hazretleri başını secdeden kaldırdı:  

— Ümmet-i Muhammed'in âsilerinin üç bölüğünü bağışlattım. Tam bir bölüğü kalmıştı ki, sizler geldiniz... dedi, o mübarek hırkayı tekrar eline aldı, öptü, yüzüne ve gözüne sürdü, kokladı, bağrına bastı ve sırtına giyerek Allahu teâlâya şükürler etti, Resûl aleyhisselâma salâvat getirdi. Hz. Ömer radiyallahu anh, kendisine yaklaştı ve:  

— Yâ Üveys! Bana nasihat et.  


Veysel Karâni sordu:  

— Bu halk seni bilirler mi?  

— Evet, bilirler.  

— Öyle ise, kendini halka unuttur. Allahu teâlânın seni bilmesi yeter.  

— Yâ Üveys î Bana daha da nasihat et.  

— Yâ Ömer! Allahu teâlâyı bilir misin?  

— Elbette bilirim.  

— Başka şeyleri de bilir misin?  

— Evet, başka şeyleri de bilirim.  

— Diğer bütün bildiklerini unut. Allahu teâlâyı bilmen sana yeter.  

— Yâ Üveys! Bana bir nasihat daha et.  

— Haydi varın gidin işinize, başımı karıştırmayın, dedi ve kendisi de makamına doğru çekildi ve gitti.  

Bundan da anlaşılıyor ki, talip olan kişilere elbette uzlet edip halktan kesilmek ve uzaklaşmak lâzımdır.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

SABAH NAMAZLARININ SÜNNETİ İLE FARZI ARASINDA OKUNACAK DUALAR

(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım Efendimiz Muhammed’e ve onun âline salât eyle! 


Allahım! Senin fazl-ı kereminden, gönlümü sana bağlayacak darmadağınık hâlimi bir araya toplayacak, dağınık işlerimi birbirine yaklaştıracak, benden fitneleri defedecek, dinimi islâh, bâtınımı muhafaza edecek, zâhirimi yükseltecek, amelimi temizleyecek, yüzümü ağartacak, bana rüşdümü ilkâ edecek ve beni bütün kötülüklerden koruyacak bir rahmet isterim. 


Allahım! Senden bir daha küfre düşmeyecek şekilde sâdık ve yakînî bir iman, beni dünya ve âhirette lutûf ve kereminin en yüksek mertebesine ulaştıracak olan bir rahmet istiyorum. 


Allahım! Senin fazlından, kazalarda sabır ve kurtuluşu, şehidlerin mertebelerini, iyilerin yaşayışını, düşmanlara karşı gâlib gelmeyi ve Peygamberlerine arkadaşlığı isterim. 


Allahım! Her ne kadar görüşüm kısa, amelim zayıf ve noksan da olsa, ihtiyacımı sana arz ediyorum. Ben senin rahmetine muhtacım. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Ey bütün işleri görüp gönüllere şifâ veren Allahım! Kudretinle, yan yana iki denizi birbirine karıştırmayıp aralarını ayırdığın gibi; beni de Cehennem azabından, helak oldum diye bağıranların kötü akıbetinden ve kabirlerin fitnesinden uzaklaştırıp korumanı istiyorum. 


Allahım! İstemeye görüşümün yetişmediği, ulaşmaya amelimin zayıf kaldığı, niyetimin ve arzumun ulaşamadığı, kullarından herhangi birine vaad yahut vermeyi murâd ettiğin her türlü hayrı, candan arzular ve onları senden isterim, Ya Rabbelâlemin! 


Allahım! Bizi haktan sapan ve saptıranlardan değil, hidayette olup hidayete vesile olanlardan, düşmanlarınla harb halinde, dostların için bir selâmet olan, insanları senin için seven ve halktan sana isyan edenlere de senin için düşmanlık eden kullarından eyle. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım! Ben gücümün yettiği kadar sana duâ ediyorum. Kabul et. Kabul Sendendir. Elimden gelen budur. Güven ve teslimiyetim sanadır. 


Biz Allah içiniz, O’na döneceğiz. Kudret ve kuvvet ancak sağlam Kur’an ipinin ve doğru işin sahibi yüce Allah’a âittir. 


Allahım! Senden, kıyâmet gününde emniyeti, ebedî günlerde de ahdini yerine getiren, çokça rükû ve secde eden, huzuruna yaklaştırdığın ve kabül buyurduğun sevgili kullarınla beni Cennete koymanı dilerim. 


Gerçekten sen çok acıyan ve çok sevensin; dilediğini yaparsın. Ey İzzet ridâsına bürünüp herkese gâlip olan Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey ululuk ridâsına bürünüp te onunla kullarına lutf eden Allahım! Seni noksan sıfatlardan takdis ederim. Tesbih ve takdisi ancak kendisine lâyık olan Allah’ı tesbih ederim. Sonsuz ihsan ve nimet sahibi Mevlâyı tenzih ederim. Lütuf ve kerem sahibi Allah’ı takdis ederim. Her şeyi ilmiyle bilip sayan Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 


Allahım! Kalbime bir nûr ver. Kabrimde, kulağımda, gözümde, saçımda, tenimde, etimde, kemiğimde, kanımda, önümde, arkamda, sağımda solumda, üstümde, altımda benim için nur yarat. Allahım, nurumu artır, bana nur ver. Benim için nur yarat!” 


Bu duaya devam edenlerin hiç birisinin asla mahrum kalmadıkları ve kalmayacakları hususunda bütün meşâyih ittifak etmişlerdir.  


(Dualar Bölümünün Sonu)


[Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri]

UYANINCA YAPILACAK İŞLER

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Talip uykusundan uyanınca, bâtınını Hak teâlâ hazretlerine yöneltmeli ve fikrini Allâhu teâlânın emirlerine sarf eylemeli ve Allâhu Teâlâ’dan gayrısına fikrini döndürmemelidir. Uyanır uyanmaz, dilini Hakkın zikriyle meşgul etmelidir. Zira, sadık müritler küçük bir çocuğa benzerler. Çocuklar, bir şeye istekli olarak uyurlarsa, o şeye istekli olarak uyanırlar. Talip de tıpkı onun gibi, muhabbet ettiği üzerinde; uyurken, uyanınca ve hatta kıyamete kadar sabit olmalıdır. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” buyurmuşlardır. 


Sadık müritler, uyandıkları zaman maksatlarının ne olduğuna bakmalı ve dikkat etmelidir. Zira, kıyamet gününde de kabirden maksadı ve muradı ne ise ona göre kalkılır. Eğer, onun maksadı Allahu teâlâ hazretlerine ise ne âlâ ne hoş! Eğer, maksadı ve kaygısı başka olursa, Ne’ûzü billah durumu müşkül olur. Zira, kul uyandığı zaman onun bâtını asıl fıtratın (Yaratılışın) temizliği üzerine uyanır. Şu hâlde, talip olanlar bâtınlarını, Allahu Teâlâ’dan başka bir şeyle meşgul etmemelidirler, ki yaratılışlarının nuru kendisinden gitmesin.  


Talip uykusundan Allâh’ı zikir üzerine uyanmalı ve gönlünü Allah’a yöneltmeli başka şeylerin zikrinden korkmalıdır. Bâtını böyle olanlara ilâhi nurlar gelir, içleri bu nurla temizlenir. Böylelikle gönlünde ilâhi koku ve esintiler oluşur. Talip üzerine ilahi nur dökülmüş olarak uyanırsa şu duayı okumalıdır:


“Şükür, hamd ve senâ, öldükten sonra bizi dirilten, ruhlarımızı iade eden Allah’adır. Öldükten sonra tekrar dirilten ve mahşerde toplayıp hesaba çeken Allah’a hamd ve senâ ederiz.” 


Sonra, kalkıp derhal abdest almalı ve gecenin sonuna kadar ya namaz veya zikrullah ile meşgul olmalıdır. Sonra, yine abdest almalı ve sabah namazına kadar birkaç rekât namaz daha kılmalıdır. Sabah ezanı okunmaya başlayıp müezzin ALLAHU EKBER deyince, müezzinle birlikte ALLAHU EKBER demeli ve ikinci ALLAHU EKBER arasında, şu duayı okumalıdır:  


“Allahümme yâ ehlel kibriyâi vel-azameti ve yâ müntehel ceberûti vel izzeti yâ veliyyel avni vel kudreti yâ mâlik ed dünya vel âhireti semi'nâ ve atâ'nâ gufraneke rebbenâ ve ileykel masiyr.  

(Ey azamet ve kibriyâ ehli, ey Ceberut ve izzetin müntehası, ey yardım ve kudretin sahibi, ey dünya ve âhiretin mâliki olan Allahım! İşittik, itaat ettik, gufranını niyaz ediyoruz ey Rabbimiz! Dönüş, ancak sanadır)  


Müezzin, ikinci defa ALLAHU EKBER deyince yine birlikte söylemeli, ezanın devamı müddetince müezzine kulak vermeli ve o ne söylerse aynen tekrar etmelidir. Ezan tamamlanınca, ezan duasını okumalı, eğer sünnet kılınacak vakit olmuşsa kalkıp sabah namazının iki rekât sünnetini kılmalı, birinci rekâtında KUL YA EYYÜHEL KÂFÎRUN ve ikinci rekâtta Fatiha’dan sonra KUL HÛVALLAHU EHAD sûrelerini okumalı ve daha sonra yedi veya on yedi kerre şu duayı okumalıdır: “Estağfirullâhe li zenbi fe sübhanallahi bi hamdi Rabbi.”  


Daha sonra, aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları bu duayı okumalıdır: 


(Duayı, sonraki ÜÇ derste vereceğiz İnşallah.)


SABAH NAMAZLARININ SÜNNETİ İLE FARZI ARASINDA OKUNACAK DUALAR 

(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım Efendimiz Muhammed’e ve onun âline salât eyle! 


Allahım! Senin fazl-ı kereminden, gönlümü sana bağlayacak darmadağınık hâlimi bir araya toplayacak, dağınık işlerimi birbirine yaklaştıracak, benden fitneleri defedecek, dinimi islâh, bâtınımı muhafaza edecek, zâhirimi yükseltecek, amelimi temizleyecek, yüzümü ağartacak, bana rüşdümü ilkâ edecek ve beni bütün kötülüklerden koruyacak bir rahmet isterim. 


Allahım! Senden bir daha küfre düşmeyecek şekilde sâdık ve yakînî bir iman, beni dünya ve âhirette lutûf ve kereminin en yüksek mertebesine ulaştıracak olan bir rahmet istiyorum. 


Allahım! Senin fazlından, kazalarda sabır ve kurtuluşu, şehidlerin mertebelerini, iyilerin yaşayışını, düşmanlara karşı gâlib gelmeyi ve Peygamberlerine arkadaşlığı isterim. 


Allahım! Her ne kadar görüşüm kısa, amelim zayıf ve noksan da olsa, ihtiyacımı sana arz ediyorum. Ben senin rahmetine muhtacım. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Ey bütün işleri görüp gönüllere şifâ veren Allahım! Kudretinle, yan yana iki denizi birbirine karıştırmayıp aralarını ayırdığın gibi; beni de Cehennem azabından, helak oldum diye bağıranların kötü akıbetinden ve kabirlerin fitnesinden uzaklaştırıp korumanı istiyorum. 


Allahım! İstemeye görüşümün yetişmediği, ulaşmaya amelimin zayıf kaldığı, niyetimin ve arzumun ulaşamadığı, kullarından herhangi birine vaad yahut vermeyi murâd ettiğin her türlü hayrı, candan arzular ve onları senden isterim, Ya Rabbelâlemin! 


Allahım! Bizi haktan sapan ve saptıranlardan değil, hidayette olup hidayete vesile olanlardan, düşmanlarınla harb halinde, dostların için bir selâmet olan, insanları senin için seven ve halktan sana isyan edenlere de senin için düşmanlık eden kullarından eyle. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım! Ben gücümün yettiği kadar sana duâ ediyorum. Kabul et. Kabul Sendendir. Elimden gelen budur. Güven ve teslimiyetim sanadır. 


Biz Allah içiniz, O’na döneceğiz. Kudret ve kuvvet ancak sağlam Kur’an ipinin ve doğru işin sahibi yüce Allah’a âittir. 


Allahım! Senden, kıyâmet gününde emniyeti, ebedî günlerde de ahdini yerine getiren, çokça rükû ve secde eden, huzuruna yaklaştırdığın ve kabül buyurduğun sevgili kullarınla beni Cennete koymanı dilerim. 


Gerçekten sen çok acıyan ve çok sevensin; dilediğini yaparsın. Ey İzzet ridâsına bürünüp herkese gâlip olan Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey ululuk ridâsına bürünüp te onunla kullarına lutf eden Allahım! Seni noksan sıfatlardan takdis ederim. Tesbih ve takdisi ancak kendisine lâyık olan Allah’ı tesbih ederim. Sonsuz ihsan ve nimet sahibi Mevlâyı tenzih ederim. Lütuf ve kerem sahibi Allah’ı takdis ederim. Her şeyi ilmiyle bilip sayan Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 


Allahım! Kalbime bir nûr ver. Kabrimde, kulağımda, gözümde, saçımda, tenimde, etimde, kemiğimde, kanımda, önümde, arkamda, sağımda solumda, üstümde, altımda benim için nur yarat. Allahım, nurumu artır, bana nur ver. Benim için nur yarat!” 


Bu duaya devam edenlerin hiç birisinin asla mahrum kalmadıkları ve kalmayacakları hususunda bütün meşâyih ittifak etmişlerdir.  


(Dualar Bölümünün Sonu)


[Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri]

YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

 

Arifler şöyle buyurmuşlardır: Müptedi (yolun başında olan) talipler, gecenin üç bölüğünde uyumalı ve bedenleri uykusuz kalmamalıdır, ki başları ağrımasın ve ıstırap duymasınlar. Bunu rakamla ifade etmek gerekirse, sadık müritler iki saat gündüz ve altı saat gece olmak üzere, günde toplam sekiz saat uyku uyumalıdırlar. Gündüzleri, şöyle uzanmalı ve bedeni dinlendirmeli, fakat asla müddeti uzatmamalıdırlar. Çünkü, öyle zamanlar olur ki, ruh uykusuz da ağırlığı giderir. Zira, uykunun tabiatı soğuk ve ıslaktır. Bedene faydası vardır, mizaçtan harareti ve kuruluğu giderir. Eğer, gecenin üç bölüğünden az uyunursa, talibin bilincine zarar verir, cismi ıztıraba düşer, halsiz ve mecalsiz kalır, talep yolu bağlanır ve Ne’ûzü billâh onun yerine bir gevşeklik gelir. Fakat, gönüldeki muhabbeti ağır basar bu alışkanlık haline gelip uykunun yerini alırsa, gecenin üç bölüğünden az uyumak zarar vermez. Zira, insani ruhta tabiatı gereği soğuk ve ıslaktır, oda uykunun yerini tutabilir.


Ariflerden birisine sordular:  

— Gece ile aran nasıl?  

Şöyle cevap verdi:  

— Ben geceye hiç riayet etmem. O gelir cemalini gösterir ve gider. Gidince de onu hiç düşünmem. Geceleri ibadet, dosta münâcat etmek ve cemâli müşahede etmek içindir.  


Ebû Süleyman Dârani buyurur ki: Geceleri uyanık olanlar ve ibadet edenler, bu ibadetlerinden öyle şevk, zevk, lezzet ve sefa bulurlar ki; ne yanları üstüne yatarak horul horul uyuyanlar ne de sabahlara kadar eğlence yerlerinde vakit geçirenler aynı zevk ve lezzeti bulamazlar.  


Bundan dolayı arifler: Sevgili ile bir yıl birlikte olunsa, uyku ile uyanıklık arasında geçen zaman gibi kısa olur ama sevgiliden ayrı ve uzak yaşamak, uyku ile uyanıklık arasındaki süre kadar bile olsa insana bir yıl gibi uzun gelir. Onun için, ruh ve üns ehli olanlara, uzun geceler kısa gibi gelir.  


Ali ibn-i Bekâr rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Kırk yıldır beni, gecelerin sonunda güneşin doğması kadar hiçbir şey üzmedi ve usandırmadı.” 


Arifler derler ki: Uyanıklara, Hak teâlâ nazar eder ve onların gönüllerini nur ile doldurur ve gönüllerine türlü türlü bereketler verir. Ondan sonra, onların gönüllerinden, gafillerin gönüllerine âfiyet ulaşır. 


Hak teâlâ, Nebilerden birisine vahiy edip buyurdu:  

— Benim has kullarım onlardır ki, beni severler. Ben de onları severim. Onlar beni isterler, ben de onları isterim. Onlar beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar ederler, ben de onlara nazar ederim. Eğer, sen de onların yollarında bulunacak olursan, seni de severim. Yollarından ayrılıp sapacak olursan, sana nazar etmem. O peygamber niyazda bulundu: “Yâ Rab! Onların alâmetleri nedir?” 


Hak teâlâ buyurdu:  

- “Onlar, çoban koyun güder gibi, gündüzün gölgeleri güderler. Kuşların yuvalarını istemeleri gibi onlarda güneşin batıp gecenin olmasını isterler. Vakit gelip, gece karanlığı inince her dost dostla halvet olur. Onlar, benim için yüzlerini yere koyarak secde ederler. Benim için ayakları üzerinde durur bana münâcat ederler. 


Bunun için, benim onlara bahşişim şudur:  

Onların gönüllerine nur veririm, onlar da hiç şüphesiz benden haber verirler. İkinci hediyem de şudur: Eğer, yedi kat yer ve yedi kat gök onların terazilerine konulsa, bunu kendilerine az görürüm. Üçüncü bahşişim de şudur: Ben, onlara zatımla ve bütün Esma ve sıfatımla tecelli ederim. Benim zatımla ve bütün esmâ ve sıfatımla tecelli ettiklerime vereceğim kerametleri hiç kimse bilmez.  


Şeyh Şihabüddin Ömer Sühreverdi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Sadık bir mürit, Hak teâlaya münâcatta bulunmak üzere gece kalktığında, onun gecesinin nuru, gündüzüne akseder. böylece onun gündüzü de gecesinin himayesinde bulunur. Zira, onun gönlü Hak teâlânın nurları ile aydınlanmış olur. Bunun için, onların gündüz yapıkları bütün hareketleri ve tasarrufları, o nurların kaynağından hâsıl olur.”  


Bir Hadis-i şerifte: “Geceleri namaz kılanların yüzleri, gündüz güzel olur”, buyurulmuştur. Davud peygamber aleyhisselâm, niyazda bulundu: “Yâ Rabbi Geceleri, sana ibadet etmeyi sever ve isterim. Acaba, ne vakit kalkıp ibadet edeyim?  

Hak teâlâ buyurdu:  

— Yâ Davud! Gecenin başında kalkma! Gecenin sonunda da kalkma! Zira, gecenin evvelinde kalkan kullarım, sonunda da kalkamazlar. Sen, gecenin ortasında kalk, tâ ki o vakitte kalkan kullarım seni rahatsız etmesin. Sen, benimle halvet ol, ben de seninle olayım. O zaman, ihtiyacın ne ise arz et.  


Şu hâlde, gecenin başlangıcında yatsı namazından sonra biraz nafile namaz kılıp, zikrullah ta bulunmalı ve uyku bastırınca uyumalıdır. Uyandığı zaman, on iki rekât namaz kılmalı, ondan sonra vacip olan vitir namazı eda etmeli, bir müddet zikrullahta bulunmalıdır. Fakat, uyku bastırdığı zaman namaz kılıp zikretmekten sakınmalıdır. Zira, bu gafillerin ibadeti ve zikrine benzeyebilir.


Bu kitabın müellifi fakir de derim ki:  

— Şeyhim ki, Şeyh Hüseyin ibn-i Şihabüddin Ahmed, İbn-i Hüsamüddin bin Şeyh Şemsüddin Mehmed bin Şeyh Muhyiddin-i Abdülkadir-i Geylâni kaddesallahu sirrahul-aziz, müritlerine buyururdu:  

— Geceleri bir kere uyuyun ve gündüzleri bir kere yiyin.  


Şimdi, şunu bilmiş ol ki, tâlib-i Hak olan kimseye geceleri kalkıp zikrullah etmek ve namaz kılmak elbette gerektir. Nitekim, haberde vârid olmuştur: Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: (Geceleri, bir davar sağacak kadar dahi olsa, kalkıp ibadet ediniz.) buyurmuşlardır. Bu davar sağacak kadar süreyi kimileri iki rekât, kimileri de dört rekât namaz kılacak kadar bir süre olduğunu söyler. 


Bazıları da derler ki, Hak teâlânın: Âli İmran sûresi 26. âyetine işaret ederek: “De ki, mülkün gerçek sahibi olan Allâhım, Mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden alırsın.” diye buyurması, Allahu azim-üş-şân dilediğine geceleri kalkıp ibadet etmek kudret ve kuvvetini verir, dilediğine bu kuvvet ve kudreti vermez, yani dilediğini geceleri kalkıp ibadet etmekten mahrum eder demektir. Şu hâlde, bir kişi tembellik ve gevşekliğinden ötürü geceleri kalkmayı terk etse veya kalkmaya üşenerek geceleri ibadetten mahrum kalsa, bu hareketinden dolayı yas tutup ağlasın ki, onun üzerine çok hayırlı kapılar kapanır.  


Şimdi aziz: Şu gerçeği de bilmiş ol ki, Resûl-ü zişânın halinden daha üstün bir hal olması mümkün değildir. Resul aleyhisselâmın ise, geceleri kalkıp namaz kılmaktan mübarek ayakları şişerdi. Bazı, halini ve haddini bilmezler: “Resûlullah, bunu şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için yapardı” derler.  


Biz de böyle düşünen ve diyenlere cevap verir ve deriz ki: “Madem ki öyledir, biz kim oluyoruz da onun şeriâtine uymuyoruz? O iki cihan serveri, şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için, geceleri tatlı uykularını bırakır kalkardı da biz neden kalkıp ibadet etmeyiz?”

  

Burada ince bir nokta var; geceleri kalkıp ibadet etmeyi terk etmekte fazilet gören ve bu haliyle de Cenab-ı mukaddese yakın olduğunu iddia eden hastadır. Bu halleri kaçınılmaz olup, kendini amellerinde gösterir, hasta oldukları anlaşılmaz. Hastalıkları amellerinde görülür. Yakîn olduğunu düşünüp bunu iddia etmeleri hasta olduğunu gösterir, bu halle bağlanmıştır.


Ömer Sühreverdi buyurur ki:  

— Bu inceliği birçok kimselerde gördük ama bize zahir oldu ki kusurdur.  


Hasan Basri hazretlerine birisi sordu:  

—  Bu ne hikmettir ki, geceleri kalkıp ibadet etmeye niyet ettiğim halde, kalkıp namaz kılamam.  


Hazret, şu cevabı verdi:  

— Senin günahın, seni bırakmaz ki gece kalkıp abdest alasın ve namaz kılasın. 


Şu hâlde, gündüzleri günah işlemekten kaçınmalıdır ki, Hak teâlâ geceleri kalkıp ibadet etmek saadet ve mazhariyetini müyesser eylesin.  


MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ – 448

79 - YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU - 8

Ululardan birisi der ki:  

— Günah işlediğimden ötürü, yedi ay gece kalkıp namaz kılmaktan mahrum kaldım.  

Kendisine sordular:  

— O günahın, nasıl bir günah idi?  

Şöyle cevap verdi:  

— Bir gün, bir yerde birisinin ağladığını gördüm. “Ehl-i beytinden birisi mi öldü ki, ağlıyorsun?” diye sordum. Bana: “Ondan da beter bir musibete uğradım.” dedi. “Vücudunda bir sıkıntı ve illet mi var?” diye sordum. “Ondan da beter belaya uğradım.” dedi. “O bela nedir?” diye sordum. “Bütün kapılar yüzüme kapandı. Bütün perdeler gönlüme asıldı. Bir gece virdimi okuyup yerine getiremedim, onun için ağlıyorum. Benim bu günahım, öyle bir günahtır ki, ben onu söyleyemem,” cevabını verdi.  


Kimileri adamın uğradığı belanın ihtilam olmak olduğunu söyledi. Zira, ihtilamın sebebi, başı yere koyarak uyumaktır. Kişi, başını yastığa koyarak uyumayı terk etse ve geceleri kalkıp ibadet etmeyi âdet edinse, artık o kimseye başını yastığa koymak günah olur. Eğer, başını yastığa koyarsa, ihtilâm olmağa sebeptir. Fakat, bir kimse geceleri kalkıp ibadet edebilmeye kuvvet ve yardımı olsun diye, başını yastığa koyarsa, günah olmasa da âşıklar için yine günahtır.  


Sâlihlerden nice kişiler vardır ki, onlar bütün gece uyumazlar ve sabaha kadar geceyi  ihya ederlerdi. Hatta, rivayete göre tâbi 'inden kırk kişi, yatsı abdestiyle sabah namazı kılarlardı ki, gece ibadetlerini böyle yaptıkları eserlerde vârid olmuştur. Bu zevattan bazıları şunlardır: Said bin Müseyyeb, Fudeyl ibn-i îyaz, Veheb bin Verd, Süleyman-ı Dârânî, Ali ibnü Bekâr, Habib-ül Â'cemi, Kehsen bin Münhâl, Ebû Cazım, Ebü Kaadim, Muhammed bin Münkedir'dir. Bu zevat daha çoktur. Biz, burada kitap uzun olmasın diye hepsinin isimlerini zikretmedik. Şeyh Ebû-Tâlip Mekki rahmetullahi aleyh, KUVVET-ÜL- KULÛB adındaki kitabında, hepsini adları ile zikretmiştir.  


Her kimin, sabaha kadar uyanık durmağa gücü yetmezse, yani yukarıda belirttiğimiz gibi gönlünün ruhu ve ünsü uykunun yerini tutmaz ise, müstehap olan gecenin üçte birini ihyâ eylemesidir. Müstehabın en azı da gecenin son altıda biri ne kadar ihyâ eylemesi, sonra biraz daha uyumasıdır. Fakat, ertesi gün güneş doğmadan uyanması lâzımdır. İşte, uyumaya dair birkaç yol gösterdim. Ayet-i kerime, Hadis-i şerifler ve azizlerin davranışlarından anlaşıldı ki, talip olanlara geceleri sabaha kadar uyumak câiz değildir.  


Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki: “Her kim, bütün gece sabaha kadar uyursa, sabah uykudan kalkmadan, şeytan gelir ve onun kulaklarına işer.” Mesabih şerhinde, bu Hadis-i şerif yorumlanırken; yani şeytan o kimseye galip gelir ve onu kendisine maskara edinir, denilmektedir. Bazıları da şeytan o kimsenin hakikaten kulağına işer, demişlerdir.  


Fakat, Hitabi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Bu bir teşbihtir. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, geceleri sabahlara kadar uyuyup sabah namazına kalkmayanlar kulaklarında idrar varmış gibi duymaz, üzerine bir ağırlık çöker. Zira bevl (işenmiş) edilmiş kulak artık duymaz. Böyle olduğu için Resûlullah sallahu aleyhi ve sellem efendimiz teşbih yapmıştır.”

 

Hafız da der ki: “Geceleri kalkıp namaz kılmayı terk edenlerden birinden duydum: (Rüyamda, bir kara yüzlü şahıs geldi, ayakları ile üstüme basarak, kulağıma işedi,) diyordu.  Hasan Basri rahmetullahi aleyh de buyururlar ki: “Geceleri sabahlara kadar uyuyanlar ve kalkıp namaz kılmayı ve zikrullahta bulunmayı terk edenler, sabahleyin uyandıkları zaman parmaklarını kulaklarına sokarlarsa, şeytanın sidiği kokusunu bulurlar. Bazıları da demişlerdir ki: “Resûl aleyhisselâm (geceleri namaza kalkmayanların kulaklarına şeytan işer) buyurmasından murat odur ki, şeytan onların kulaklarını bâtıl sözlerle doldurur ve bu gibi kulaklar hiç şüphesiz hak sözleri işitmekten bâtıl olurlar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

RUHU HAYVANİ VE RUHU İNSANİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Zira, bu hayvani ruh gider yani seyreder, ruhu insani ise yerinde durur. Yani, bedenden ayrılmaz. Onun için, beden diri olur. Uyuyunca ruhu hayvani gider, seyran eder, dilediği yerlerde dolaşır. Onun, o seyirden, yemekten, içmekten ve şehvetten hazzı ve sefası vardır. Ruhu hayvani bunlardan hoşlanır. Uyanınca, döner yine bedene girer, hayvani ruh hem uykuda hem de uyanınca haz alır iki halde de hazzı vardır. 

Sual: “Ruh-u hayvani ve ruh-ü insani bir değil midir? Ruhu hayvani başka ve ruhu insani başka mıdır?” 

Cevap: “Ruhu hayvani başka, ruhu insani başkadır. Ruh-u insani, uyku halinde gitmez. Eğer, gitmiş olsa beden ölür. Uyku halinde giden ve uyanınca bedene dönen ruhu hayvanidir.”  


Akla bir soru daha gelebilir: İnsan, ruhu hayvani dönünce mi uyanır, yoksa uyanınca mı ruhu hayvani gelir? Bu konuda söylenecek çok sözler vardır, inşa’allahu teâlâ aşağıda onları da anlatacağız. Şimdi, şu kadarını anlatalım ki; ruhu hayvaninin uyku halinde yemesi, içmesi ve sair mübaşereti olur. Bilmez misin ki, uyku halinde ihtilâm olunca, gusül vaciptir. Zahirde de gusül vacip olur. Zira, nefis, beden ve hayvani ruh, mahlukattan yani “âlemi halktandırlar”. Oysa, ruhu insani “âlem-i emirdendir”. Nitekim, Hak teâlâ İsrâ Sûresi 85. ayetinde şöyle buyurur: “De ki, Ruh Rabbimin emrindendir.” 


İnsani Ruh, akıl âlemimin dışındandır. Zira, ruhu insaniyi akılla yorumlamak mümkün değildir. Eğer, yorumlamak mümkün olsaydı, başka türlü anlatılırdı. Anlatılamadığından ötürüdür ki, Hak teâlâ Habibi edibine: (De ki: Ruh, Rabbim celle şanenin emrindedir) diye cevap vermiştir. Demek ki, insani ruhla aklın ilişkisi yoktur, hayvani ruhun onunla ilişkisi nasıl olabilir ki, ruhu insani lâ-mekândır (mekânızdır). Bundan dolayı da âlem-i emirdendir. Böyle olduğu için de Hak teâlânın marifetine ve muhabbetine nail olmuştur. Sözü uzattık; maksada gelelim. Evet, sözümüz uykuda idi. Şunu bilmiş ol ki, cemâle istekli ve visale talip olanlar, asla sabahlara kadar uyumazlar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

UYKU ADABI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

UYKU : “AZ UYUMANIN YARARI, 

ÇOK UYUMANIN ZARARI” 

Şimdi aziz kardeş: Çok uyumak iyi değildir. Zira, geceleri abdest alarak iki rekât namaz kılmak, dünyadan ve dünyaya malik olmaktan hayırlı ve üstündür. Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyât efendimiz hazretleri: “Gece yarısında, iki rekât namaz kılmak, dünyadan ve dünya içinde olanlardan hayırlıdır.” buyurmuşlardır.  


O sultan-ı din-i müferynin (uygulayıcısı), geceleri ibadet için ayakta durmaktan, mübarek ayakları şişerdi. Şu hâlde, onun ümmeti olanlara da ona uymak ve onun nurlu ve mübarek yolundan gitmek gerektir. Bizler ise, ümmet olduğumuzu iddia ederiz amma ne halimiz ne kalimiz ona uymaz. 


O iki cihanın fahri, geceleri sabaha kadar ayakta dururdu ve bu yüzden ayakları şişerdi. Bizim ise, çok uyumaktan göz kapaklarımız şişiyor, yanımız üstüne yatmaktan, yanımız ve belimiz ağrıyor. Oysa, altlarımıza döşekler döşenmiş, üstümüze yün veya pamuk yorganlar örtülmüştür. 


Biz, yemek beğenmeyiz, o açlıktan mübarek karnı arkasına yapışırdı ve karnına taş bağlardı. Bizim, çok yemekten öküz gibi karnımız şişer de nefes alıp vermekte güçlük çekeriz. O, fakirliğe müptelâ idi ve çoğu zaman fakirlerle sohbet ederdi. Biz, fakirlerin adlarını anmaktan utanırız. Nerede kaldı ki, yanımıza getirelim veya yanlarına gidelim de onlarla konuşalım.  


Şu halde, bu dertlerimize mutlaka bir çare aramalı ve bulmalıyız. Yoksa, Hakkın huzuruna kara yüzle varmamız muhakkak ve mukadderdir. Kibri bırakıp, meşâyih eşiğine düşmeli ve o fâni kapılardan, fâni umutlardan vaz geçmeliyiz.  


 UYKUNUN ÇEŞİTLERİ 

Şimdi kardeş, uykunun altı çeşidi vardır:

1) Gaflet uykusu  

2) Şekavet uykusu  

3) Ukubet uykusu  

4) Kaylûle uykusu  

5) Ruhsat uykusu  

6) Hasret uykusu  

Fahr-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki: “Uyku, altı çeşittir: İlim meclislerinde uyuyanlar Gaflet uykusundadırlar. Sabah namazı vaktinde uyuyanlar Şekavet uykusundadırlar. Namaz vakitlerinde uyuyanlar Ukubet, yani Azap ve Eziyet uykusundadırlar. Öğle namazından evvel, kuşluk zamanı uyuyanlar Kaylûle uykusundadırlar. Yatsı namazını kıldıktan sonra uyuyanlar Ruhsat uykusundadırlar. Cuma geceleri uyuyanlar ise, Hasret uykusundadırlar.”  


UYKUNUN ÇEŞİTLERİ 

Ey kardeş: Uyursan, hiç olmazsa RUHSAT UYKUSU veya KAYLÛLE UYKUSU uyu! İbrahim peygamber aleyhisselâma, bir gece uyku bastırdı. Biraz, gözünü dinlendirdi ve içi geçti. Rüyasında, Hak teâlâ hazretlerini gördü. Allahu azim-üş-şân buyurdu: 

— Yâ İbrahim! Oğlunu boğazla.  

İbrahim aleyhisselâm derhal uyandı. Kendisine bir titreme ârız oldu. İnlemeye başladı. Oğlu İsmail aleyhisselâm babasının inlemesini duydu ve sordu:  

— Baba, ne acı inliyorsun. Seni, hiç böyle inlerken görmemiştim. Ne oldu, neyin var?  

— Oğul, bir rüya gördüm.  

— Ne olur babacığım bana gördüğün rüyayı anlatsana.  

— Ey oğul! Bu gece uyku bastırdı, bir lâhza başımı yere koyayım dedim, uyumuşum. Rüyamda, Hak teâlâ hazretlerini gördüm. Bana (İbrahim! oğlunu kurban et.) buyurdu işte, bunun için canıma ateş düştü, titriyorum. Amma, Allâhu teâlânın emrinin yerine gelmesi lâzımdır.  

— Babacığım, bu ceza sana niçin verildi, bilir misin?  

— Nedendir?  

— Çünkü, bu gece uyudun ve dosta münâcatı terk ettin. Bu musibet bunun için sana ceza olarak Duyuruldu. Ey benim babacığım! Hakkı seven kişiler uyurlar mı? Eğer, uyumasaydın böyle rüya görmezdin. Fakat, olan oldu. Şimdi beni kurban et ki, suçun affolunsun, dedi.  

Bu kıssa, Kur'an-ı azimde zikr olunmuştur. Hak teâlâ, haliline buyurur: “Vakta ki, oğlu beraberinde çalışabilecek çağa erdi. İbrahim: Yavrum, dedi Rüyamda seni boğazlıyor gördüm. Bir bak, düşün ne dersin, bu hususta düşüncen nedir? Oğlu: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Beni inşaallah sabır edicilerden bulacaksın, dedi.” (Sâffât sûresi: 102)


Davud peygamber aleyhisselâma, Hak teâlâ şöyle buyurdu: 

— Yâ Davud! Bir kişi, beni sevdiğini iddia eder ve fakat o kişi geceleri uyursa, muhakkak ki onun bu dâvası yalandır.  

Şeyh Şibli rahmetullahi aleyh buyurur ki:  

— Bir âşıkın bin yıl ömrü olsa, o bin yıl içinde bir gece sabaha kadar uyusa, o talibe Hak teâlâ hazretleri katında bundan büyük rüsvaylık yoktur.  

Yine o aziz buyurmuştur: 

“Bir gece, bana uyku bastırdı ve o gece uyumuş kalmışım. Hak teâlâ buyurdu ki:  

— Yâ Şibli! Gözlerini aç ve uyan! Uyuyan kişiler, benden mahcup olurlar. Bu hitabı işittikten sonra, bütün ömrüm boyunca gece uykusunu terk ettim. Eğer, sen de tâlip isen gece uykusunu terket zira, âşıklara gece uyumak haramdır. Sevenlere, bütün uykular haramdır, buyurulmuştur.  


Velilerden birisi, evlât sahibi olmak niyeti ile bir cariye satın aldı ve kıza:  

— Haydi, beraber yatalım, dedi.  

Cariye şu cevabı verdi:  

— Senin de efendin var mı?  

— Evet, vardır.  

— Senin efendin de uyur mu?  

— Hâşâ ki, benim efendim uykudan ve uyumaktan münezzehtir.  

— Peki, sen efendinden utanmaz mısın ki, o uyanık ve hazır iken sen ona karşı yatıp uyuyacaksın?  

O aziz, cariyenin bu sözünden korktu ve artık ömrünün sonuna kadar hiç gece uykusu uyumadı.  


Ey kardeş: Geceleri uyanamıyorsan, hiç olmazsa seherlerde uyanık ol! Uyanık olanları Allâhu teâlâ sever ve över: “Ve seherlerde namaz kılıcılardır.”  (Ali-İmran Suresi: 17) Hak teâlâ, gece namaz kılanları sevdiğinden ötürü, Hak teâlâ İsrâ sûresi 79. ayette Resulü Ekrem efendimize şöyle buyurarak gece namazını emretti: “Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsus bir ibadet olmak üzere teheccüt namazı kıl ki, Rabbin seni Makamı Mahmuda ulaştırsın.” 

Allahu azim-üş-şân buyurur ki: 

— Gerçek kulum, öleceğini unutmayan, geceleri uyumayan, tesbihi ile horozları uyandırandır. Oysa, biz horozların öte öte bizi uyandırmalarını bekleriz.


Bir gece, Yahya peygamber aleyhisselâm, her zamankinden fazlaca yemek yedi. Kendisine bir ağırlık geldi ve yattı uyudu. Hak teâlâ, ona vahyedip şöyle buyurdu: “Yâ Yahya! Neden çok yemek yedin ve yattın uyudun? Yoksa, benden başka sığınacak bir yakınlık mı buldun? Yâ Yahya! İzzetim hakkı için, eğer bir kere cennete baksaydın, şevkinden mahvolur ve gözlerine asla uyku girmezdi. Eğer, cehennemin de hakikatini bilmiş olsaydın, ağlamaktan gözlerinin yaşı tükenir de kan ağlardın. Korkundan, bütün azaların dağılırdı. Elbise yerine eski püskü şeyler giyerdin, ekmek yerine endişe yerdin, geceyi gündüzü yasla geçirirdin.”


Düşün ve insaf et! Yahya aleyhisselâm, bir gece uyuduğundan ötürü böyle azarlandı. Bir kerre, arpa ekmeği ile karnını doyurarak uyuyan peygambere böyle ihtar olursa, Ya, hayvan gibi midesini doyurup ve doldurup, yabana bırakılmış leş gibi uyuyanlara acaba nasıl bir azarlama ve ihtar olacaktır? 


Yazık, yazık bizlere ki, şeytana esir olmuş, nefsimizin isteklerine düşmüş, yalnız dünyamızı imâr ederiz. Haram helâl demeden, karınlarımızı türlü türlü yemeklerle doldurur, hararet basınca üstüne soğuk suları da içeriz. Yediğimiz o yemeklerin buharı dimağımıza ağırlık verir, gözlerimize uyku bastırır, başımızı yastığa koyduk mu, tâ gün doğuncaya kadar horul horul uyuruz.  


İlâhi! Medet senden. 


 MÜHİM BİR İHTAR 

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki: “Bir gece, uykumda iki kişi geldiler ve beni alarak bir yere götürdüler. Orası ne yere benziyordu ne göğe! Baktım ki, bir kişi arkası üstü yatmış ve diğer bir kişi de onun üstüne çıkmış, iri bir karpuz büyüklüğündeki taşı, altta yatanın başına vuruyor. Vura vura, o altta yatanın başı parça parça oluyor ve taş yuvarlanıyor. Üstteki, taşı tekrar alıyor ve tekrar vuruyor, vuruyor. Bu defalarca böyle tekrarlandı, durdu. Dayanamadım, yanlarına gittim ve sordum; .... -  

— Bu kişi kimdir? Kendisine neden böyle azap ediyorsunuz?   

— Bu, gece yatıp sabahlara kadar uyuyan bir kişidir. Bir gece olsun kalkıp ne zikrullah etti, ne namaz kıldı, ne Kur'an okudu, ömrü boyunca sabahlara kadar uyudu. İşte, bunun için kendisine azap edilmektedir ve kıyamete kadar da bu azabı devam edecektir. Artık, kıyamette hali nice olur bilmem.”


MÜHİM BİR İHTAR – 2

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurmuşlardır ki: “Sabah uykusu şeytanidir. Şeytan, kişinin burnunun deliğinden içeri girer, ona kötü rüyalar gösterir ki, bu rüyayı kimseye söylememelidir. Şeytan, uykuya hazırlanan bir kişinin burnunun deliğinden içeri girer, genzinde yerleşir ve onu öyle uyutur ki, sabaha kadar uyanamaz. Onun için, siz birinize uyku bastırdığı zaman, hemen gidip burnunuza su çekin, oraya yerleşmeye çalışan şeytanı def etsin. En önemli hadis kitaplarından Buhâri ve Müslîm de Ebû-Said-i Hudri radıyallâhu anh, şöyle rivayet eder: “Sizden biriniz esnerken, eliyle ağzını tutsun. Zira, şeytan ağzından girer.” Bir başka Hâdisi Şerif te de şöyle buyurulmaktadır: “Sizden biriniz uykudan uyanınca» burnunun deliklerine tâ genzine kadar su çeksin ve oraya yerleşen şeytanı çıkarsın.”  


Ey aziz: Geceleri uyanık bulunmaya çalış! Geceler, üç büyük taifenin üzerlerinden üç halle geçer. Kâfir veya müslüman, bu üç faalden uzak kalamaz.  


1) Bir taife vardır ki, gece onlar için saadettir. Gecelerden, onlara zerre kadar zarar erişmez. Belki, onlar için bir devlet olur. Şimdi sana onların kimler olduklarını da söyleyeyim ki, geceleri kendilerine devlet ve saadet olanları tanıyabilesin: Bunlar, geceleri hasret kaldığı gurbetteki bir sevdiğini bekler gibi gözler ve gece olunca sevinirler. Zira, gaflet ehli güneş doğuncaya kadar uyurlarken, talipler uyumazlar, bu kavga ve gürültü âleminden el ve ayak çekilince, onlar gider alır ve dost eşiğinde başlarını secdeye koyarlar, Mevlâya münâcatta bulunurlar, bütün hacetlerini o yüce dergâha, arz ederler, namaz kılar, niyaz eder, yalvarır, yakarır, gözyaşı dökerler ve sabah olana kadar Mevlâ ile söyleşirler. Sabah olunca da halkın arasına karışır, kendilerini hiç belli etmezler ve halktan biri gibi görünürler. İşte, geceler bu gibi kişilere devlet ve saadet olur. Onlar, bu yüzden geceleri sever ve isterler, geceleri Mevlâ ile sohbette bulunurlar.  


2) Bir diğer tâife de vardır ki, geceleri onlar için sıkıntı ve zorluk demektir. Gecelerin onlara hiçbir hayrı ve faydası olmaz gece ile azap ve ceza gibi olurlar. Zira, bunların Hak teâlâ hazretlerine karşı yüzleri karadır. Peki, kimlerdir böyle olanlar? O kimselerdir ki, gece olmasını gözetir ve her biri bir köşede hırsızlık eder veya bir eğlence ve sefahat meclisinde sabahlara kadar nefsanî zevklerle meşgul olurlar. Onlar, bu içki ve çengi âlemlerini gerçekten bir zevk sanırlar ve bu âlemlerin canlarına azap, ikap, cefa ve mihnet olduğunu asla düşünemezler.  


3) Bir tâife daha vardır ki, onlara da geceleri ne kâr getirir ne de zarar verir. Bunlar, geceleri uyku ile geçirirler, arada bir uyanır, sağlarına sollarına dönerler, hiç Allah'ı zikretmezler. Sanırsın ki, onlar birer ölüdürler, kabirlerine uzanmış öyle yatarlar. Sabah olup, ezan okununca kalkarlar, yani bir bakıma dirilirler. Gerçi, bunların ikinciler gibi ziyanları da olmaz ise de gecelerini gafletle geçirmeleri ve kıymetini bilmemeleri, elbette büyük bir zarardır.  


Ey halini bilmeyen biçare: Sakın sende, hallerini bilmeyen bu iki tâife gibi olma! Sonra ziyan edenlerden olur, Hak teâlânın hışmına uğrayarak, cehennemde türlü türlü azaba uğrayanlardan olursun.  


Sen de gecelerini zikirle, tesbih ile, namazla, niyazla, yalvarıp yakarma ile geçirenlerden ol ki, doğrudan cennete gidip cennette türlü içecekler ile zevki sefa edersin. 


Gevâşi tefsirinde denilmiştir ki: “Allâhu teâlânın mümin kulları, temiz bir abdest ile uyudukları zaman, onların canları göklere yükselir, secdeye varmaya emr olunur. Fakat, abdestsiz yatarlarsa, yine göklere yükselirler ama secde ile emir olunmazlar.”

  

Kadı Beydâvi tefsirinde de denilmiştir ki: “Nefsin, bedenin zahiri ve batını ile ilişkisi vardır, ölüm halinde, nefsin ikisi ile de irtibatı kesilir. Uyku halinde ise, yalnız bedenle ilişkisi kesilir. Fakat, bir nefs vardır ki hem ölüm hem de uyku halinde de ölmez. Zira ölen sadece bedendir. Yani, bedenin hareketidir, ölüm halinde dahi ölmeyen nefs; Nefsi mutmainne, Nefsi mülhime veya Nefsi levvâme’dir. Eğer, bunlar ölüm halinde ölselerdi, sevaptan lezzet ve azaptan elem duymazlardı. Uyku halinde ölmeyen de hem cisim hem de ruhu hayvanidir.

Zira, bu hayvani ruh gider yani seyreder, ruhu insani ise yerinde durur. Yani, bedenden ayrılmaz. Onun için, beden diri olur. Uyuyunca ruhu hayvani gider, seyran eder, dilediği yerlerde dolaşır. Onun, o seyirden, yemekten, içmekten ve şehvetten hazzı ve sefası vardır. Ruhu hayvani bunlardan hoşlanır. Uyanınca, döner yine bedene girer, hayvani ruh hem uykuda hem de uyanınca haz alır iki halde de hazzı vardır. 

Sual: “Ruh-u hayvani ve ruh-ü insani bir değil midir? Ruhu hayvani başka ve ruhu insani başka mıdır?” 

Cevap: “Ruhu hayvani başka, ruhu insani başkadır. Ruh-u insani, uyku halinde gitmez. Eğer, gitmiş olsa beden ölür. Uyku halinde giden ve uyanınca bedene dönen ruhu hayvanidir.”  

Akla bir soru daha gelebilir: İnsan, ruhu hayvani dönünce mi uyanır, yoksa uyanınca mı ruhu hayvani gelir? Bu konuda söylenecek çok sözler vardır, inşa’allahu teâlâ aşağıda onları da anlatacağız. Şimdi, şu kadarını anlatalım ki; ruhu hayvaninin uyku halinde yemesi, içmesi ve sair mübaşereti olur. Bilmez misin ki, uyku halinde ihtilâm olunca, gusül vaciptir. Zahirde de gusül vacip olur. Zira, nefis, beden ve hayvani ruh, mahlukattan yani “âlemi halktandırlar”. Oysa, ruhu insani “âlem-i emirdendir”. Nitekim, Hak teâlâ İsrâ Sûresi 85. ayetinde şöyle buyurur: “De ki, Ruh Rabbimin emrindendir.” 


İnsani Ruh, akıl âlemimin dışındandır. Zira, ruhu insaniyi akılla yorumlamak mümkün değildir. Eğer, yorumlamak mümkün olsaydı, başka türlü anlatılırdı. Anlatılamadığından ötürüdür ki, Hak teâlâ Habibi edibine: (De ki: Ruh, Rabbim celle şanenin emrindedir) diye cevap vermiştir. Demek ki, insani ruhla aklın ilişkisi yoktur, hayvani ruhun onunla ilişkisi nasıl olabilir ki, ruhu insani lâ-mekândır (mekânsızdır). Bundan dolayı da âlem-i emirdendir. Böyle olduğu için de Hak teâlânın marifetine ve muhabbetine nail olmuştur. Sözü uzattık; maksada gelelim. Evet, sözümüz uykuda idi. Şunu bilmiş ol ki, cemâle istekli ve visale talip olanlar, asla sabahlara kadar uyumazlar.  


YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU


Arifler şöyle buyurmuşlardır: Müptedi (yolun başında olan) talipler, gecenin üç bölüğünde uyumalı ve bedenleri uykusuz kalmamalıdır, ki başları ağrımasın ve ıstırap duymasınlar. Bunu rakamla ifade etmek gerekirse, sadık müritler iki saat gündüz ve altı saat gece olmak üzere, günde toplam sekiz saat uyku uyumalıdırlar. Gündüzleri, şöyle uzanmalı ve bedeni dinlendirmeli, fakat asla müddeti uzatmamalıdırlar. Çünkü, öyle zamanlar olur ki, ruh uykusuz da ağırlığı giderir. Zira, uykunun tabiatı soğuk ve ıslaktır. Bedene faydası vardır, mizaçtan harareti ve kuruluğu giderir. Eğer, gecenin üç bölüğünden az uyunursa, talibin bilincine zarar verir, cismi ıztıraba düşer, halsiz ve mecalsiz kalır, talep yolu bağlanır ve Ne’ûzü billâh onun yerine bir gevşeklik gelir. Fakat, gönüldeki muhabbeti ağır basar bu alışkanlık haline gelip uykunun yerini alırsa, gecenin üç bölüğünden az uyumak zarar vermez. Zira, insani ruhta tabiatı gereği soğuk ve ıslaktır, oda uykunun yerini tutabilir.


Ariflerden birisine sordular:  


— Gece ile aran nasıl?  


Şöyle cevap verdi:  


— Ben geceye hiç riayet etmem. O gelir cemalini gösterir ve gider. Gidince de onu hiç düşünmem. Geceleri ibadet, dosta münâcat etmek ve cemâli müşahede etmek içindir.  


Ebû Süleyman Dârani buyurur ki: Geceleri uyanık olanlar ve ibadet edenler, bu ibadetlerinden öyle şevk, zevk, lezzet ve sefa bulurlar ki; ne yanları üstüne yatarak horul horul uyuyanlar ne de sabahlara kadar eğlence yerlerinde vakit geçirenler aynı zevk ve lezzeti bulamazlar.  


Bundan dolayı arifler: Sevgili ile bir yıl birlikte olunsa, uyku ile uyanıklık arasında geçen zaman gibi kısa olur ama sevgiliden ayrı ve uzak yaşamak, uyku ile uyanıklık arasındaki süre kadar bile olsa insana bir yıl gibi uzun gelir. Onun için, ruh ve üns ehli olanlara, uzun geceler kısa gibi gelir.  


Ali ibn-i Bekâr rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Kırk yıldır beni, gecelerin sonunda güneşin doğması kadar hiçbir şey üzmedi ve usandırmadı.” 


Arifler derler ki: Uyanıklara, Hak teâlâ nazar eder ve onların gönüllerini nur ile doldurur ve gönüllerine türlü türlü bereketler verir. Ondan sonra, onların gönüllerinden, gafillerin gönüllerine âfiyet ulaşır. 


Hak teâlâ, Nebilerden birisine vahiy edip buyurdu:  


— Benim has kullarım onlardır ki, beni severler. Ben de onları severim. Onlar beni isterler, ben de onları isterim. Onlar beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar ederler, ben de onlara nazar ederim. Eğer, sen de onların yollarında bulunacak olursan, seni de severim. Yollarından ayrılıp sapacak olursan, sana nazar etmem. O peygamber niyazda bulundu: “Yâ Rab! Onların alâmetleri nedir?” 


Hak teâlâ buyurdu:  


- “Onlar, çoban koyun güder gibi, gündüzün gölgeleri güderler. Kuşların yuvalarını istemeleri gibi onlarda güneşin batıp gecenin olmasını isterler. Vakit gelip, gece karanlığı inince her dost dostla halvet olur. Onlar, benim için yüzlerini yere koyarak secde ederler. Benim için ayakları üzerinde durur bana münâcat ederler. 


Bunun için, benim onlara bahşişim şudur:  


Onların gönüllerine nur veririm, onlar da hiç şüphesiz benden haber verirler. İkinci hediyem de şudur: Eğer, yedi kat yer ve yedi kat gök onların terazilerine konulsa, bunu kendilerine az görürüm. Üçüncü bahşişim de şudur: Ben, onlara zatımla ve bütün Esma ve sıfatımla tecelli ederim. Benim zatımla ve bütün esmâ ve sıfatımla tecelli ettiklerime vereceğim kerametleri hiç kimse bilmez.  


Şeyh Şihabüddin Ömer Sühreverdi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Sadık bir mürit, Hak teâlaya münâcatta bulunmak üzere gece kalktığında, onun gecesinin nuru, gündüzüne akseder. böylece onun gündüzü de gecesinin himayesinde bulunur. Zira, onun gönlü Hak teâlânın nurları ile aydınlanmış olur. Bunun için, onların gündüz yapıkları bütün hareketleri ve tasarrufları, o nurların kaynağından hâsıl olur.”  


Bir Hadis-i şerifte: “Geceleri namaz kılanların yüzleri, gündüz güzel olur”, buyurulmuştur. Davud peygamber aleyhisselâm, niyazda bulundu: “Yâ Rabbi Geceleri, sana ibadet etmeyi sever ve isterim. Acaba, ne vakit kalkıp ibadet edeyim?  


Hak teâlâ buyurdu:  


— Yâ Davud! Gecenin başında kalkma! Gecenin sonunda da kalkma! Zira, gecenin evvelinde kalkan kullarım, sonunda da kalkamazlar. Sen, gecenin ortasında kalk, tâ ki o vakitte kalkan kullarım seni rahatsız etmesin. Sen, benimle halvet ol, ben de seninle olayım. O zaman, ihtiyacın ne ise arz et.  


Şu hâlde, gecenin başlangıcında yatsı namazından sonra biraz nafile namaz kılıp, zikrullah ta bulunmalı ve uyku bastırınca uyumalıdır. Uyandığı zaman, on iki rekât namaz kılmalı, ondan sonra vacip olan vitir namazı eda etmeli, bir müddet zikrullahta bulunmalıdır. Fakat, uyku bastırdığı zaman namaz kılıp zikretmekten sakınmalıdır. Zira, bu gafillerin ibadeti ve zikrine benzeyebilir.


Bu kitabın müellifi fakir de derim ki:  


— Şeyhim ki, Şeyh Hüseyin ibn-i Şihabüddin Ahmed, İbn-i Hüsamüddin bin Şeyh Şemsüddin Mehmed bin Şeyh Muhyiddin-i Abdülkadir-i Geylâni kaddesallahu sirrahul-aziz, müritlerine buyururdu:  


— Geceleri bir kere uyuyun ve gündüzleri bir kere yiyin.  


Şimdi, şunu bilmiş ol ki, tâlib-i Hak olan kimseye geceleri kalkıp zikrullah etmek ve namaz kılmak elbette gerektir. Nitekim, haberde vârid olmuştur: Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: (Geceleri, bir davar sağacak kadar dahi olsa, kalkıp ibadet ediniz.) buyurmuşlardır. Bu davar sağacak kadar süreyi kimileri iki rekât, kimileri de dört rekât namaz kılacak kadar bir süre olduğunu söyler. 


Bazıları da derler ki, Hak teâlânın: Âli İmran sûresi 26. âyetine işaret ederek: “De ki, mülkün gerçek sahibi olan Allâhım, Mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden alırsın.” diye buyurması, Allahu azim-üş-şân dilediğine geceleri kalkıp ibadet etmek kudret ve kuvvetini verir, dilediğine bu kuvvet ve kudreti vermez, yani dilediğini geceleri kalkıp ibadet etmekten mahrum eder demektir. Şu hâlde, bir kişi tembellik ve gevşekliğinden ötürü geceleri kalkmayı terk etse veya kalkmaya üşenerek geceleri ibadetten mahrum kalsa, bu hareketinden dolayı yas tutup ağlasın ki, onun üzerine çok hayırlı kapılar kapanır.  


Şimdi aziz: Şu gerçeği de bilmiş ol ki, Resûl-ü zişânın halinden daha üstün bir hal olması mümkün değildir. Resul aleyhisselâmın ise, geceleri kalkıp namaz kılmaktan mübarek ayakları şişerdi. Bazı, halini ve haddini bilmezler: “Resûlullah, bunu şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için yapardı” derler.  


Biz de böyle düşünen ve diyenlere cevap verir ve deriz ki: “Madem ki öyledir, biz kim oluyoruz da onun şeriâtine uymuyoruz? O iki cihan serveri, şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için, geceleri tatlı uykularını bırakır kalkardı da biz neden kalkıp ibadet etmeyiz?”

  

Burada ince bir nokta var; geceleri kalkıp ibadet etmeyi terk etmekte fazilet gören ve bu haliyle de Cenab-ı mukaddese yakın olduğunu iddia eden hastadır. Bu halleri kaçınılmaz olup, kendini amellerinde gösterir, hasta oldukları anlaşılmaz. Hastalıkları amellerinde görülür. Yakîn olduğunu düşünüp bunu iddia etmeleri hasta olduğunu gösterir, bu halle bağlanmıştır.


Ömer Sühreverdi buyurur ki:  

— Bu inceliği birçok kimselerde gördük ama bize zahir oldu ki kusurdur.  


Hasan Basri hazretlerine birisi sordu:  

—  Bu ne hikmettir ki, geceleri kalkıp ibadet etmeye niyet ettiğim halde, kalkıp namaz kılamam.  


Hazret, şu cevabı verdi:  

— Senin günahın, seni bırakmaz ki gece kalkıp abdest alasın ve namaz kılasın. 


Şu hâlde, gündüzleri günah işlemekten kaçınmalıdır ki, Hak teâlâ geceleri kalkıp ibadet etmek saadet ve mazhariyetini müyesser eylesin.  


Ululardan birisi der ki:  

— Günah işlediğimden ötürü, yedi ay gece kalkıp namaz kılmaktan mahrum kaldım.  

Kendisine sordular:  

— O günahın, nasıl bir günah idi?  

Şöyle cevap verdi:  

— Bir gün, bir yerde birisinin ağladığını gördüm. “Ehl-i beytinden birisi mi öldü ki, ağlıyorsun?” diye sordum. Bana: “Ondan da beter bir musibete uğradım.” dedi. “Vücudunda bir sıkıntı ve illet mi var?” diye sordum. “Ondan da beter belaya uğradım.” dedi. “O bela nedir?” diye sordum. “Bütün kapılar yüzüme kapandı. Bütün perdeler gönlüme asıldı. Bir gece virdimi okuyup yerine getiremedim, onun için ağlıyorum. Benim bu günahım, öyle bir günahtır ki, ben onu söyleyemem,” cevabını verdi.  


Kimileri adamın uğradığı belanın ihtilam olmak olduğunu söyledi. Zira, ihtilamın sebebi, başı yere koyarak uyumaktır. Kişi, başını yastığa koyarak uyumayı terk etse ve geceleri kalkıp ibadet etmeyi âdet edinse, artık o kimseye başını yastığa koymak günah olur. Eğer, başını yastığa koyarsa, ihtilâm olmağa sebeptir. Fakat, bir kimse geceleri kalkıp ibadet edebilmeye kuvvet ve yardımı olsun diye, başını yastığa koyarsa, günah olmasa da âşıklar için yine günahtır.  


Sâlihlerden nice kişiler vardır ki, onlar bütün gece uyumazlar ve sabaha kadar geceyi  ihya ederlerdi. Hatta, rivayete göre tâbi 'inden kırk kişi, yatsı abdestiyle sabah namazı kılarlardı ki, gece ibadetlerini böyle yaptıkları eserlerde vârid olmuştur. Bu zevattan bazıları şunlardır: Said bin Müseyyeb, Fudeyl ibn-i îyaz, Veheb bin Verd, Süleyman-ı Dârânî, Ali ibnü Bekâr, Habib-ül Â'cemi, Kehsen bin Münhâl, Ebû Cazım, Ebü Kaadim, Muhammed bin Münkedir'dir. Bu zevat daha çoktur. Biz, burada kitap uzun olmasın diye hepsinin isimlerini zikretmedik. Şeyh Ebû-Tâlip Mekki rahmetullahi aleyh, KUVVET-ÜL- KULÛB adındaki kitabında, hepsini adları ile zikretmiştir.  


Her kimin, sabaha kadar uyanık durmağa gücü yetmezse, yani yukarıda belirttiğimiz gibi gönlünün ruhu ve ünsü uykunun yerini tutmaz ise, müstehap olan gecenin üçte birini ihyâ eylemesidir. Müstehabın en azı da gecenin son altıda biri ne kadar ihyâ eylemesi, sonra biraz daha uyumasıdır. Fakat, ertesi gün güneş doğmadan uyanması lâzımdır. İşte, uyumaya dair birkaç yol gösterdim. Ayet-i kerime, Hadis-i şerifler ve azizlerin davranışlarından anlaşıldı ki, talip olanlara geceleri sabaha kadar uyumak câiz değildir.  


Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki: “Her kim, bütün gece sabaha kadar uyursa, sabah uykudan kalkmadan, şeytan gelir ve onun kulaklarına işer.” Mesabih şerhinde, bu Hadis-i şerif yorumlanırken; yani şeytan o kimseye galip gelir ve onu kendisine maskara edinir, denilmektedir. Bazıları da şeytan o kimsenin hakikaten kulağına işer, demişlerdir.  


Fakat, Hitabi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Bu bir teşbihtir. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, geceleri sabahlara kadar uyuyup sabah namazına kalkmayanlar kulaklarında idrar varmış gibi duymaz, üzerine bir ağırlık çöker. Zira bevl (işenmiş) edilmiş kulak artık duymaz. Böyle olduğu için Resûlullah sallahu aleyhi ve sellem efendimiz teşbih yapmıştır.”

 

Hafız da der ki: “Geceleri kalkıp namaz kılmayı terk edenlerden birinden duydum: (Rüyamda, bir kara yüzlü şahıs geldi, ayakları ile üstüme basarak, kulağıma işedi,) diyordu.  Hasan Basri rahmetullahi aleyh de buyururlar ki: “Geceleri sabahlara kadar uyuyanlar ve kalkıp namaz kılmayı ve zikrullahta bulunmayı terk edenler, sabahleyin uyandıkları zaman parmaklarını kulaklarına sokarlarsa, şeytanın sidiği kokusunu bulurlar. Bazıları da demişlerdir ki: “Resûl aleyhisselâm (geceleri namaza kalkmayanların kulaklarına şeytan işer) buyurmasından murat odur ki, şeytan onların kulaklarını bâtıl sözlerle doldurur ve bu gibi kulaklar hiç şüphesiz hak sözleri işitmekten bâtıl olurlar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

GIYBET VE İFTİRA

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ

Dilin afetlerinden birisi de dedikodu ve iftiradır, demiştik. Şimdi bunların arasındaki farkı da belirtelim ki, konu daha iyi anlaşılsın: Gıybet, bir kimsenin gıyabında yani hazır bulunmadığı zaman arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemektir. Yani, bir kimsenin halini, fiilini veya kavlini hazır bulunmadığı zaman söylemek ve onu çekiştirmektir. İftira ise, o kimsenin yapmadığı veya söylemediği bir şeyi ona isnat etmektir. Bunların ikisi birbirinden çok farklıdırlar. Onun için, misalleri ile bunları sana anlatayım ki, gıybeti (dedikodu) ve bühtanı (iftirayı) ayırt edip bunlardan sakınabilesin. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün Hz. Ömer ve Selmân-ı Fârisi radıyallahu anhüma ile sefere çıkmıştı. Bir konak yerinde çadırlar kuruldu, yemekler hazırlandı. Bu esnada Selmân radıyallahu anh uyuyordu. Bazı kimseler de aralarında konuşuyor ve: “Bir kısım insanlar hep hazıra konmak isterler. Beklerler ki, her şey hazırlansın, düzeltilsin, yemek önlerine gelsin ve yesinler,” diyorlardı. Derken, Selmân radıyallahu anh uyandı. Kendisini Resûl aleyhisselâma gönderdiler ve katık getirmesini istediler. Selmân, huzur-u Resûlullah’a vardı: “Yâ Resûlallah! dedi. Yârenler, ekmeklerine katık istiyorlar.” Efendimiz, büyük bir sükûnetle: “Onlar şimdi katıklandılar,” buyurdu. Selmân radıyallahu anh, geri döndü ve efendimizin sözlerini kendilerine bildirdi. Bir şey anlayamadılar: “Biz henüz katık yemedik ama Resûl aleyhisselâm da yalan söylemez. Gidelim, bize bu sözü neden dolayı buyurduğunu anlayalım,” dediler ve hep birlikte huzur-u saadete gittiler: “Yâ Resûlallah! Bizim için katık yediler buyurmuşsunuz. Oysa, biz katık yemedik. Lütfedin bize bu sözün mânasını açıklayın.” Efendimiz, saadetle buyurdular: “Sizler, uyuyan yoldaşınızın arkasından konuşarak katkılandınız buyurup Hucurat sûresi: 12 âyeti kerimesini okur. “Ey imân edenler! Zannın fazlasından sakının. Zira zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin, biriniz diğerinin ölmüş etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz, O halde Allâhtan korkun. Şüphesiz Allâh tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” 

Cabir radıyallahu anh buyurur ki: Resûl aleyhisselâmın yanında olduğum bir vakit iğrenç kokan şiddetli bir rüzgâr esti. “Resûlullah aleyhisselâm, bu koku nedir bilir misiniz?” diye sorduktan sonra, “Bu pis koku müminlerin gıybetini edenlerden geliyor.” diye buyurdu. 

Ey Aziz kardeş: 
O yel, belki şimdi de esiyor. Hem de o zamankinden daha şiddetli ve kuvvetli esiyor. Fakat, bunu avam hissetmez, onu ancak havas duyarlar. Duydukları için de halkın arasından kaçar, tenha köşelerde hakka ibadet ederler.  

Bazı irfan ehline sordular: 
— Dedikodu edenlerin ağızlarından gelen o çirkin kokuyu, avam neden duymaz?  
Şöyle cevap verdiler:  
— Zira, dedikodu halk arasında o kadar çoğalmıştır ki, onların burunları bu kokuya alışmıştır. Deri tabaklayan debbağları ve kirişçileri görmüyor musunuz? Onların, çalıştıkları yerlerdeki kokulara kimse tahammül edemez ama kendileri bunu duymaz ve iğrenmezler. Çünkü, gece gündüz içindedirler. Dedikodu edenler de böyledir. Çok dedikodu ettiklerinden dolayı burunları alışır ve kokusu kendilerine kötü gelmez.  


Fahr-i âlem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz buyurmuşlardır ki: “Eğer, söylediğin söz veya iş, adı geçen kimsede varsa; dedikodu (gıybet) etmiş oldun. Eğer o söz ve iş, adı geçen kimsede yoksa iftira (Bühtan) ettin.” Sultan-ı Enbiyâ efendimiz: (İftira, yüzüne karşı veya arkasından doğru olmayan yalan bir şeyi söylemektir. Arkasından söylenirse hem iftira hem de dedikodu olur. Dedikodu ise, kişinin söylediği bir söz veya yaptığı işi arkasından konuşmaktır. Kişi kâfir de olsa fâsık ta olsa, bunlar hakkında yalan söylemek ve iftira etmek yasaktır.) Ebû Said-i Hudri radıyallahu anh, Cenab-ı Fahri Risâlet efendimizden rivayet eder ki: “Miraç gecesi, gökte bir topluluk gördüm. Ateşten makaslarla etlerini keser, lokma lokma kendilerine yedirir ve şöyle derlerdi: (Sizler, dünyada hep kardeşlerinizin etlerini yerdiniz. Şimdi de kendi etinizi yiyin bakalım.) Kardeşim Cebrail aleyhisselâma sordum: (Yâ Cebrail! Bunlar kimlerdir?) Cebrail bana dedi ki: (Bunlar, ümmetinden gammazlardır, yani dedikodu edenlerdir.)  


Bir diğer rivayete göre, Resûl aleyhisselâm, hane-i saadetlerinde bulunuyor ve ashab-ı sûffa de mescitte bulunuyorlardı. Zeyd îbn-i Sabit radıyallahu anh, Resûl-ü Zişan’dan öğrendiği Hadis-i şerifleri bunlara söylüyordu. Efendimize dışarıdan et getirdiler ve bunlar da gördüler ve dediler ki: (Yâ Zeyd! Git, Resûl aleyhisselâma çoktan beri yemek yemediğimizi söyle ve bizim için et iste.) dediler. Zeyd, huzur-u Resûlullah’a gitti. Bunlar da kendi aralarında: (Zeyd şimdi et getirir ve bize hadis öğretmeye devam eder.) diye konuştular. Zeyd radıyallahu anh huzura vardı ve ashabı suffenin istediklerini arz etti. Efendimiz: (Onlar daha şimdi et yediler.) buyurdu. Zeyd, döndü geldi ve efendimizin buyurduğu nu kendilerine bildirdi. Bu sözün mânasını anlayamadılar ve (Bunda bir hikmet var. Biz hayli zamandır et yemedik. Gidelim bizzat kendisinden soralım.) diyerek huzur-u Resûlullah’a gittiler ve: (Yâ Resûlallah! Biz, hayli zamandır et yemedik. Halbuki, siz şimdi et yediler buyurmuşsunuz. Bunun hikmeti nedir?) dediler. Efendimiz: (Sizler, demin kardeşinizin etini yediniz. Eseri, henüz dişlerinizin arasındadır. Tükürün görürsünüz.) buyurdular. Bunlar, tükürdüler ve gördüler ki, ağızlarından çıkan tükürük kıpkırmızı kan olmuş, hemen tövbe ettiler, Hazret-i Zeyd’ den helâllik dilediler.  


Aziz: Dedikodu ne imiş anladın mı? Sana, dedikodu hakkında bir başka haber daha vereyim:  
Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, sefere çıktıkları zaman, bir fakiri iki zengine emanet ederdi. Bu fakir, seferden dönünceye kadar o iki zenginin yemeklerinden yerdi. Amma, bu fakirler zenginlerden önce konak yerine giderler ve tedarik görürlerdi. Selmân radıyallahu anh da fakirdi. O da, bir sefer esnasında böyle iki zengine emanet edilmişti. Bir gün, Selmân bunlardan evvel bir konak yerine vardı, fakat hiçbir şey hazırlamadı. Kafile geldi, Selmân'a sordular:  
— Yenecek bir şeyler var mı? Selmân cevap verdi:  
— Yalnız ekmek var, dedi ve kuru ekmeği bunların önlerine koydu.  
— Yâ Selmân! Git, bize Resûl aleyhisselâmdan katık iste, dediler. Selmân, isteklerini yerine getirmek için huzura gitti. O yokken, berikiler aralarında:  
— Şu Selmân filân kuyuya gitse, su tükenir, dediler ve başka bir şey söylemediler. Bu esnada, Selmân radıyallahu anh huzur-u Resûlullah’a gitti ve:  
— Yâ Resûlallah! Yol arkadaşlarım katık istiyorlar, dedi. Efendimiz:  
— Onlar şimdi katıklandılar, buyurdu ve Selmân eli boş yol arkadaşlarının yanına dönerek, duyduklarını bildirdi. Bu sözün mâna ve hikmetini anlamayarak, hep birlikte huzura vardılar: “Yâ Resûlallah! Bizler katık yemedik ama sız yemişler buyurmuşsunuz.” Efendimiz: “Evet yediniz, buyurdular. Hatta, artıkları hâlâ ağzınızdadır. Sizler, Selmân yanınızdan ayrılınca onun arkasından konuştunuz. Murdar olmuş bir eti yemeyi sever misiniz?  
— Hayır yâ Resûlallah, sevmeyiz ve istemeyiz.  
— Meclisinizde, hazır bulunmayan bir kardeşinizin arkasından konuşmak onun etini yemek gibidir, buyurdular ve bu âyet-i kerimeyi okudular: “Bir kısmınız, bir kısmınızı gıybet de etmesin, biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bak tiksindiniz.” (Hucurat sûresi: 12)  
Ey aziz: Bu kadarcık bir söze, Habib-i Kibriyâ efendimiz GIYBET buyurdu. Sen ise, gıybet ile bütün ömrünü harcadın. (Gıybet etme!) deyince: (Bu gıybet değil!) dersen kâfir olursun.  


Ashab-ı kiramdan birisi buyurmuştur: Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı kimseler, birisi hakkında dedikodu yapmaya başladılar. Müdahale edip bunu yasakladım, başka bir söz açtılar ve konuşa konuşa ilk defa yaptıkları dedikoduya döndüler. Bende, bazılarına söylendim ve sonra istiğfar ederek çıktım evime gittim. O gece, rüyamda uzun boylu, kara yüzlü birisi bir tabak içinde domuz eti getirdi ve bir parçasını bana vererek: “Haydi ye bunu!” dedi. Ben, yemek istemedim. Zorla ağzıma soktu, uyandım o etin kokusunu ağzımda 
buldum. 30- 40 gün kadar o etin kokusu damağımdan gitmedi ve her defasında beni tiksindirdi.  

Sultan-ül-meşâyih Bayezid-i Bestamî rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Bir gün, bir cenaze namazına gittim. Biraz bekledim, bir derviş geldi ve halktan para toplayarak dilendi. Kendi kendime: 
— Ne olurdu dilenmeseydi ne hoş derviş olurdu diye hatırımdan geçirdim. Bu mesele üzerinde fazla bir şey düşünmedim ve zikrimle meşgul oldum. Namaz kıldım ve halvetime gidip oturdum. Murakabeye vardım, birisi üzerinde bir adam ölüsü bulunan birisini getirdi, önüme koydu:  
— Şunu ye! dedi, örtüsünü kaldırdım ve cenaze namazı kılmak için beklerken dilendiğini gördüğüm ve içimden kınadığım derviş idi.  
— Ben insan eti yiyici değilim, diyecek oldum.  
— Cenazede bunun etini yemiştin. Şimdi neden yemiyorsun, dedi.  
— Ben onu dilimle söylemedim, gönlümden geçirdim, deyince:  
— Dervişlerin gönlüne gelen de gıybettir, cevabını verdi.  
Hemen kalktım, gittim o dervişi buldum, helâlleştim ve bir daha gönlümden dahi gıybet etmeyeceğime, tövbe ettim ve gıybetin ne olduğunu anladım.  


Hasan Basri rahmetullahi aleyhe geldiler ve dediler ki: “Filân kişi seni zemmetti.” Hasan Basri hazretleri, hemen o adama hediyeler gönderdi ve: “Şunları lütfen kabul etsin, sevabını bize vermiş. Gerçi bu hediye bu sevabın karşılığı değil amma mazur görsün,” diye haber gönderdi.

Ey kardeş: Yarın, kıyamet gününde herkese beratları verilirken, bazı kimseler defterlerinde işlemediği bazı güzel amellerin de bulunduğunu görür ve niyazda bulunur: “Yâ Rab! Ben, bu amelleri, bu oruçları, bu namazları, bu iyilikleri dünyada iken işlemedim. Acaba, bu berat bana yanlış mı verildi?” Hak teâlâ buyurur: “Ey kulum! Bazı kullarım senin için dedikodu ettiklerinden, o günahları işleyenlerin sevaplarının da senin defterine yazılmasını irade buyurdum. Onların bütün güzel amelleri, oruçları, namazları, iyilikleri hep senin defterine yazıldı. 

Şimdi ey kardeş: Gördün mü, bu dil kişiyi nasıl zararlara uğratır ve bütün amellerini sevmediklerine verdirtir. İnsanın sevmedikleri aleyhinde konuşması, amâl-i hasenesini götürüp ona vermesi demektir. Göz göre göre kendisini zarara uğratmak tır. Kaldı ki, artık dilin afetlerini de duymuş ve öğrenmiş bulunuyorsun.  

74 - DEDİKODU DÖRT TÜRLÜDÜR 
Gıybet, yani dedikodu dört kısımdır, dört mertebe üzerinedir:  
1) Az veya çok küfürdür.  
2) Nifaktır. (Nifakla söylemektir.)  
3) Günahtır.  
4) Mübahtır.  
Şimdi bunları sana birer birer anlatayım:  

KÜFÜR OLAN DEDİKODU
Gıybet eden birisine: “Dedikodu etme!” denilince: “Ben dedikodu etmiyorum, gerçeği söylüyorum,” diyenlerin yaptıkları gıybettir. Bunlar bilmezler ki, gıybet sevmediği kimseler hakkında gerçekten vâki olmuş bir söz ve işi söylemektir. Vâki olmamış bir iş veya sözü söylemek İFTİRA (Bühtan) dır. Şu hâlde, bu gibi kimseler (Dedikodu değildir. Olanı söylüyorum,) demekle, Allahu teâlânın gıybettir buyurduğuna gıybet değildir demiş ve gıybeti helâl görmüş olurlar ki, bu suretle Ne’ûzü bıllâh kâfir olurlar.  

NİFAK OLAN DEDİKODU
Aleyhinde dedikodu yapılan kimsenin adını ulu orta söylemeyen, fakat onu kendisi bilen ve gönlünden geçiren kişilerin yaptıkları gıybettir. Zira, adını söyleyerek anlatmış olsa, ona gıybet denilecekti. Oysa, böyleleri hem zâhit ve salih geçinirler hem de kalplerinden şunun bunun sözlerini ve işlerini geçirerek kendi kendilerine gıybet ederler, ki bunlar nifakla gıybet ettiklerinden dolayı Hak teâlâ katında münafıktırlar.  

GÜNAH OLAN DEDİKODU
Bir kişinin veya bir cemaatin yukarıda anlatıldığı şekilde dedikodusunu yapar, adını veya adlarını açıkça söyler, kim olduklarını gizlemez ve gıybet ettiğini de saklamaz, işte buna da günah olan dedikodu denir.  

MÜBAH OLAN DEDİKODU
Fâsıkları gıybet etmektir. Açıkça fısk ve fücur edenlerin kim oldukları açıklanmış, kim oldukları bilinmiş ve herkese de bildirilmiş olur. Bid'at ehli için de durum aynıdır.  


Ey kardeş: Bu dedikodu bahsinde de söz çoktur. Hepsini söylemeye kalkarsak söz uzar, maksat burada talipleri uyandırmak ve onları ikaz ve irşât etmektir, ki dillerine sahip olsunlar, kimseyi yermesinler, kimse aleyhinde dedikodu ve iftira yapmasınlar, amellerini heba edip mensûr etmesinler, ömürlerini zikrullah, ibadet ve tâ’ate harcasınlar. Zira, kişinin amelini zayi edip, Hak Teâlâ’dan perdeleyen çok zaman bu dildir:  

Sumt (susmak) ile ağzını bağla, göresin Hakkı ayan;  
Gözü bağı bu cihan halkının ağzıdır neman.  

Şeyh Muhyiddin-i Arabi rahmetullahi aleyh buyurur ki:  
“Susan, mârifetullah'a (Allâhı bilme tanımaya) vâris olur.” 

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuştur:  
“Susan, Allahu teâlâyı bilmemekten kurtulur.”  

Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestâmi rahmetullahi aleyh buyurmuştur:  
"İbadet on kısımdır. Dokuzu susmak ve diline sahip olmaktır."  

Şimdi aziz kardeş:  
Kişinin dilini tutmasının faydaları çoktur. Kapıp salıvermenin ve ağzına geleni söylemenin de zararları çoktur. Bu kadar söz, anlayana kâfi ve vâfidir. (bol bol yeter)


(EŞREFOĞLU HAZRETLERİNDEN BEYİTLER)

Ârif i gör değme sözü söylemez,  
Değme bir söze cevabı eylemez,  
Ger ittrüye, ger yata, ger uyuya;  
Bir nefes hâşâ ki beyhude vere,  
Uykusundan uyanır Allah der,  
Her nefes kim vere ya Rabbâh der,  
Gecelerin ekserini uyumaz,  
Gâh-ü tesbih, gâh-ü namaz, geh niyaz.  
Kimseyi ya medh veya zemmeylemez.  
Ya bu yavuz ya iyi olsa demez.  
Tınmayıp tutar Hakkın fermanını,  
Hak yoluna teslim eyler canını.  
Zayi etmez bir demi, bir saati;  
Zikr-ü teşbihtir dilinde âdeti.  
Çim(kim) dilin tuttu, bular söylemedi;  
Âlem içre söylenir kaldı adı.  
Bunda işlerin bitirip gittiler,  
Vardılar ol ulu şaha yettiler.  
İşte nefs elinde biz kaldık zebun,  
Canlarımıza bu nefs vurdu düğün.  
Yâ ilâhi! Sen medet kıl bize.  
Sen sabırlık ver bizim dilimize.  
Eşref oğlu Rûmi sen tut dilini,  
Hazrete arzeyle her dem özünü.  
Alim-üs-sırn vel-hafiyyât öldürür,  
Kullarına kadıyyel-hâcât odur.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi Hazretleri)

CENNETE GİRMEYECEK SEKİZ TAİFE KİMLERDİR

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

 

Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim: 

“Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu: “Söyle ey cennet!” Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi: “Bana giren kişi said oldu.”


Hak teâlâ buyurdu: “İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sakin olamayacaklardır:  

1 - İçki içen ve tövbesiz ölenler. 

2 - Zinâ eden ve tövbesiz ölenler. 

3 - Dedikoducular.  

4 - Karısını kıskanmayan deyyuslar.  

5 - Livatâ edenler. 

6 - Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)  

7 - Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler. 

8 - Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

YALANCI VE OYUNBAZ KÖLE

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:  

— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:  

— Bunun ayıbı vardır, dedi.  

— Ayıbı nedir? diye sordu.  

— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar.  Alıcı olan zat:  

— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.  

Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:  

— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:  

— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?  

Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:  

— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.  

Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:  

— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.  

Adam şaşırdı:  

— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.  

Köle, hemen ona da fitneyi soktu:  

— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.  

O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.  


Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Sırrı ifşa etmek

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.


Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.


Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.  


Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

HAZRETİ MUSA’NIN HİKAYESİ

(ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ)

Hz. Musa aleyhisselâmın, haberlerde gelen şu hikâyesini hiç duymadın mı?  Musa peygamber aleyhisselâm, bir gün münâcat ederken niyazda bulundu:  

— İlâhi! Seni misafirliğe davet ediyorum, dedi. Yâ Rab! Lütfet de misafirim ol, sana konukluk edeyim, dedi.  

(Allah u azim-üş-şân, gitmekten ve gelmekten münezzehtir. Fakat, bu kıssada biz kullarına bazı hususları göstermek ve bildirmek murat buyurmuştur.)  

Hak teâlâ, buyurdu:  

—  Yâ Musa! Filân gün hazır ol ve tedarik gör ki, o vakit beni misafir edesin. Musa aleyhisselâm, sevinçle döndü, elinden geldiği kadar tedarik ve hazırlıklar yapıldı. O gün, aşçılar geldi, koyunlar kesildi, ocaklar kuruldu, kazanlar vuruldu ve etrafa haber salındı:  

— Musa, Allah’ı davet etmiş misafir edecekmiş 


Halk, bölük bölük ziyafet yerine akın etti. Herkes, Allâhın nasıl geleceği merakı içerisinde bulunuyordu. İkindi vaktine kadar, bekleşti durdular. Ne gelen oldu ne giden. İkindiden sonra, çok yaşlı bir ihtiyarcık çıkageldi. Sırtında eski püskü bir aba, ayaklarında çarıklar, belinde ipten bir kuşak vardı. Toza toprağa bulanmış ve çok yorgun görünüyordu. Geldi, bir kenara oturdu, hiç kimse onunla ilgilenmedi. 


Garip ihtiyar, bir müddet sessiz sedasız bekledikten sonra, ev sahibine:  

— Yâ Musa! dedi. Karnım aç, çok yorgunum. Bana bir şeyler ihsan et yiyeyim, karnımı doyurayım,  

Musa aleyhisselâm, beklemekten bezmiş bir halde ihtiyara cevap verdi:  

— Şimdi sırası mı? dedi. Neredeyse, Tanrı gelecek, al şu testiyi de git su doldur getir, dedi.  

İhtiyarcık, testiyi aldı gitti, suyu getirdi. Musa aleyhisselâm, halkın uğultusundan o ihtiyarı çoktan unutmuştu. Garip ihtiyar, bir müddet daha bekledi ve kimsenin bir şey vermeyeceğini anlayarak, sessizce çekildi ve gitti. Saatler ilerliyor, beklenen misafir bir türlü gelmiyordu. Musa aleyhisselâm halka karşı mahcup olmuş ve çok zor bir duruma düşmüştü. Halk, hava karardıktan sonra artık ümidi keserek birer ikişer dağılmaya başladı.  


Ertesi gün, Musa aleyhisselâm yine Tur'a gitti ve:  

— Yâ Rab! Vaad buyurdun, teşrif eylemedin. Halka karşı mahcup kaldım, geldiler saatlerce yolunu gözlediler ve teşrifin vuku bulmayınca dağıldılar. Acaba neden teşrif buyurumadın? diye niyazda bulundu. Hak sübhanehu ve teâlâ buyurdu:  

— Yâ Musa! Ben, yalan söylemiyorum yalancıları da sevmem. Sana geldim, karnım aç dedim, hiç itibar etmedin ve su getir dedin. Suyu getirdim, yüzüme bile bakmadın ve beni aç gönderdin.  


Hz. Musa aleyhisselâm şaşırdı ve yalvardı:  

— Aman yâ Rab! Nasıl olur?  

Hak celle ve âlâ buyurdu:  

— Hani, sırtında eski bir aba, ayağında çarıklar, üstü başı toz toprak içinde bir ihtiyarcık geldi ve senden yiyecek bir şey istedi de sen su almağa gönderdin, işte ben onunla beraberdim. O ihtiyarın gönlü, benim muhabbetimle dopdolu idi ve onun gönlünde benden gayrı hiçbir şey yoktu, onu sana ben gönderdim. Eğer, onu misafir etmiş olsaydın, beni misafir etmiş olurdun. Yoksa, ben gelmekten, gitmekten, misafir olmaktan münezzeh ulu padişahım. Yâ Musa! Bilmez misin ki, dostlarımın hoşnutluğu, benim hoşnutluğumdur, dostlarımı ağırlamak, beni ağırlamak gibidir. Musa aleyhisselâm gayet utandı ve kendisini müdafaa edecek söz bulamadı.  

Demek oluyor ki, hiç kimseyi hor görmemeli ve özellikle hiç kimse ile alay etmemelidir.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

DİLİN AFETLERİ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ey aziz: Dilin afetleri pek çoktur. Hepsini söylersek, kitap çok uzun olur, maksattan uzaklaşılır. Ben sana birkaç tane yaramazını söyleyeyim de bu gibi yaramaz sözlerden Allâhu teâlâya sığınasın ve kalanından da Allâhu azim-üş-şân seni korusun. Bu dilin bir âfeti de yalan veya gerçek sevdiklerini anmak ve methetmektir demiştik, onu söyleyeyim. Evet, sevdiklerini methederken, mübalâğa ederek: (Salih’tir, cömerttir.) dersen, bu sözler karşıdakinin hoşuna gider. Yahut zemmeder ve dedikodusunu yapıp, ona desinler istersin.  


Sözün kısası övmek veya yermek konusunda söylediklerin o kişilerde olsun veya olmasın, ulu orta sözler söylersin. Oysa, düşünmezsin ki, o söylediğin sözler o kişide yoksa, yalancı olur ve yalancılar defterine yazılırsın. Ey biçare: Sen o kimseyi övdüğünü sanırken, bakarsın ona sövmüşsün. Çünkü, onu mutlaka bir maksatla ve kendine göre bir sebeple övdüğün için, üstelik münafık da olursun ki, münafıkların yerleri cehennemdir. 


Eğer, riyâ ile översen ve duysun da bana muhabbet etsin, gözüne ve gönlüne gireyim dersen bu takdirde de iki yüzlü olursun ki, iki yüzlülerin yerleri de cehennemdir. Riyâ, şirk-i hafidir. Bir zâlime, zâlim olduğunu bile bile âdil dersen veya yolunu yordamını bilmez bir suret hırsızına derviş yahut sofi dersen, gerçeğini bilmediğin bu sözlerinden Allahu teâlânın hışmına uğrarsın veya uğramaya müstahak olursun. Kaldı ki, övdüğün bir fâsık veya zâlim ise, suçun daha da ağırlaşır.  


Ey kardeş: Bu fısk dedikleri, yalnız içki içmek değildir. Belki, dedikodu eden de fâsıktır. İftira eden de fâsıktır. İki yüzlü olan da fâsıktır. Hâsılı, Allahu teâlânın haram ettiği şeyleri işleyenlerin hepsi fâsıktırlar. Eğer, helâl olduğunu söyleyerek işlerse kâfir olur. Bir kimse, bir kâfir veya fâsıka (Salih kişidir) derse, yalan şahitlik etmiş olur. Fâsıkı övdüğünden ötürü ayrıca azaba müstahak olur. Zira, fâsıkı medh edene, Allahu teâlâ hışım eder. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz:  “Fâsıkları övenlere, Allahu teâlâ gazap eder, buyurmuşlardır.”  Zâlimleri kötü kişileri methederek âdil olduklarını söylemek de böyledir. Bir kimse, böylelerini yüzlerine karşı sevindirmek ve memnun etmek için överse, Allahu teâlânın hışmına uğrar.  


Bunları öğrendikten sonra, şunu da bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de insanlarla alay etmek ve eğlenmektir. Maskaralık ederek halkı güldürenler de bu âfete tutulanlardır. Olur olmaz şakalara gülmek, gönlü öldürmektir. Gönlü ölen kişi, Ne’ûzü billah şaki olur ki, şakiler de cehennem ehlindendirler, Şekavetin bir nişanı da çok gülmek, olur olmaz her şeye, her şakaya, her maskaralığa gülmektir.  


Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur: “Artık onlar kazandıkları küfür ve nifakın (geçimsizlik) cezası olmak üzere (Dünyada ve âhirette hallerini düşünerek) az gülsünler ve çok ağlasınlar.”  (Tevbe sûresi: 82) Evet, Allahu teâlâ (Az gülün ve çok ağlayın!) buyurmaktadır. Ey gafil! Sen ise, yılda bir kere olsun, günahlarını hatırlayarak ağlamazsın. Fakat, nefsine hoş gelen şeyleri, günde birkaç defa hatırlayarak kahkahayla gülersin. Oysa, bilmez misin ki Yahya peygamber aleyhisselâmın, ağlamaktan yanaklarının eti çürümüştü. Hak teâlâ, ferah olanları sevmediğini, Kur'an-ı aziminde açıkça beyan buyurmaktadır:  “Zira, Allâhu teâlâ şımarıkları sevmez.”  (Kassas sûresi: 76)


Maskaralık ederek halkı güldürmek, evvelâ gönlü öldürür. Sonra, kin hâsıl eder. Nihayet, kişinin heybet ve hürmetini giderir. Halk arasında yerli yersiz şaka yapanlar, herkesi güldürenler, herkesle alay edenler insanların yüzlerinden hayâ duygusunu giderirler. Hayâ duygusu olmayan insanda ise, Allâh korkusu da olmaz. Çünkü, onun gönlü ölmüştür. Bu gibi kimseler, iki cihanda da zarara uğramışlardan ve mahrum kalmışlardan olurlar. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz: “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar ve az gülerdiniz.” buyurmuşlardır. Şunu, muhakkak olarak bilmiş ol ki, bir mecliste kahkaha ile gülünse, dedikodu edilse veya dünya sevgisini artıracak sözler söylense, Allahu teâlâ o mecliste bulunanlara rahmet etmez (El-iyâzü billahi teâlâ).  


Fakat, kişinin ehliyle ara sıra lâtife etmesi caizdir. Şu kadar ki, bunda da çok kahkaha ile gülmek olmaz. Hem de yalan yanlış şakalarla ve halkı güldürmek için yapılan lâtifelerle gülmekten de 'sakınmalıdır. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:  “Yazıklar olsun o kimselere ki, halkı güldürmek için yalan söylerler. Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.” buyurmuşlardır.  


Dikkatinizi çekerim: O Habib-i hazret ve şefi-i ümmet üç defa bu gibi kimseler için (Yazıklar olsun!) buyurmuştur. Şu hâlde, bunu öğrenip bildikten sonra, yerli yersiz, manalı manasız şakalarla halkı güldürmek, herhangi bir kimseyi övmek veya yermek yasaklanmış ve bunlara dilin âfeti tâbir olunmuştur, bunları da iyice aklına koy! Yukarıda, dilin bir âfeti de herkesle alay etmek, eğlenmektir demiştim. Evet, bir kimseyi veya bir topluluğu alaya almak haramdır. Zira, Hak teâlâ Kurân-ı kerimde Hucurât sûre-i celilesinin 11. âyetinde: (İçinizden bir kimse, başka bir kimse ile alay etmesin. Olur ki, Allâhu teâlâ indinde alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır.) buyurulmaktadır. Demek ki, hiç kimse ile alay etmek câiz değildir, alay edilen kimsenin Hak teâlâ katında mertebesi ve menzili daha yüce olur, sen bundan gaflet edersin, bu yüzden davranışın Allahu teâlânın hışmına sebep olabilir.


Evet, tekrar ediyoruz: Bu dili, kendi bildiğine kapıp salıvermek olmaz. Şaka ile, alay ile kimseyi incitmek olmaz. Zayıfları alaya alanlar, herkesle yerli yersiz şakalar yaparak eğlenenler, yarın kıyamet gününde herkesin maskarası ve eğlencesi olacaklardır. Ona, cennetten bir kapı açacaklar ve diğer bir kapıdan dışarı çıkaracaklardır. Böylece, birçok defalar girip çıktıktan, boş yere koşturup durduktan sonra, aciz kalarak iki dizinin üstüne çökecektir. Sonunda, ona bir kapı daha açacaklar ve oraya çağıracaklardır. Sürüne sürüne gidip bu kapıdan girmeye davrandığı zaman, kendisine:  

— Sen, dünyada herkesle alay eder, onları maskara haline getirir ve gönül eğlendirirdin. Halkı bu şekilde alaya alanların ve onun haline gülenlerin cezası cennet değil, cehennemdir. Sen, cennetten mahrum oldun, diye kovarlar ve zebaniler yetişip onu tutar, yüzü üstüne sürükleye sürükleye cehenneme götürür ve atarlar.  


Kardeş:  

Düşünebiliyor musun, ne büyük zarardır bu âhiret zararı? Ne yaman musibet olur, âhiret musibeti? Ne müşkül iş olur, halkı alaya almak ve herkesle eğlenmek?


Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.


Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.


Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.  


Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.  


Bilmiş ol ki, dilin afetlerinden bazıları da yalan söylemek, dedikodu ve iftira etmek, yalan veya gerçek yere and içmek, VALLAHİ demektir. Dilini, and içmeye alıştırmaktır, ki bu da büyük bir afettir. Zira, gerçek konuşurken VALLAHİ demeye alışan bir kimsenin, bir gün aynı alışkanlıkla yalan yere de VALLAHİ demesinden korkulur. Aklı başında ve kendi halinde birçok insanlar dahi, bundan son derece sakınırlar ve bir gün ağızlarından hata sayılabilecek bir söz çıkarak, bütün amellerinin zayi olmasından ve yarın kıyamet gününde hak huzuruna kara yüzle varılmasından ve cehennem azabına müstahak olunmasın dan korkar ve çekinirler. 


Bir kişi, yalan söz söyler ve birisine gidip: (Filân kişi, senin için şöyle söyledi) der. Bu aynı zamanda dedikoduculuktur. Bu şekilde kasten yalan söyleyenin ağzından öyle çirkin ve kötü bir koku çıkar ki, omuzlarında bulunan melekler o kokudan incinerek kaçarlar ve: “Yalan ile imân bir yerde durmaz. Yalan, imânı giderir” derler. Hele, bir kişiden bir kişiye söz ve haber götürmek, dedikodu ve bilhassa iftira etmek, çok büyük günahtır. 


Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde: “Onu duyduğunuzda, bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Bu büyük bir iftiradır demeli değimliydiniz”  (Nûr sûresi-16) Buyurmakta ve diğer bir âyet-i kerimede de: “O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının” (Hâc sûresi-30)  buyurulmaktadır ki, bu takdirde iftira küfre yakın bir günahtır. 


Aziz: İftira olunan kişiye MEBHÛT derler. Çünkü: (Sen, şöyle bir iş yapmışsın.) veya: (Sen, böyle demişsin) denilince, âdeta sersemleşir, şaşırır ve kalır. İşte böylelerine MEBHÛT denir.  


Şunu da bilmiş ol ki dedikoduculuk da türlü türlüdür. Birisi, yukarıda bahsolunan iftiradır. Diğeri, bir kişiden işitilen sözün, diğer bir kişiye söylenmesidir ki, asıl dedikoduculuk da budur. Onlar hakkında Fahr-i-âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Şerli olanlarınız iki yüzlülerdir. Onlar birine bir yüzle ve diğerine başka bir yüzle gelirler.”  buyurmuşlardır.


Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:  

— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:  

— Bunun ayıbı vardır, dedi.  

— Ayıbı nedir? diye sordu.  

— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar.  Alıcı olan zat:  

— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.  

Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:  

— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:  

— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?  

Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:  

— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.  

Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:  

— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.  

Adam şaşırdı:  

— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.  

Köle, hemen ona da fitneyi soktu:  

— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.  

O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.  


Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.


Görülüyor ki, dedikoducu büyücüden de şerlidir. Zira, dedikoducunun bir saatte becerdiğini, büyücü bir yılda beceremez, demişlerdir. Hatta, dedikoducunun zararı, şeytanınkinden de fazladır. Çünkü, şeytan ne yaparsa vesvese ile yapar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka yalan söyler ve ortalığı karıştırır. Ebi Abdullah Kureyş'ten rivayet olunur ki: 


Bir gün, birisi 700 fersahlık uzak yoldan geldi ve yedi şey öğrenmek istedi: Allâhu teâlânın sana ihsan buyurduğu ilimden, Allâh için bana öğret, dedi. Ebi Abdullah sordu:  

— Neyi öğrenmek istersin?  

— Bana onu öğret ki, göklerden ağır ve yerlerden hafif, taştan katı ve ateşten sıcak, zemheriden soğuk ve denizlerden zengin, yetimden zayıf olan şey nedir?  

— Göklerden ağır olan iftiradır. Yerden hafif olan haktır, yani hak olan şeylerdir. Taştan katı olan kâfirlerin gönülleridir. Ateşten sıcak olan, hırstır. Zemheriden soğuk olan bir hacet istenildiği zaman vermeyendir. Denizden zengin olan, kanaat ehlinin gönülleridir. Yetimden zayıf olan, dedikoducuların halleridir, yüzü yerle beraber olduğu halde dedikoduculuk ederler.


Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim: 

“Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu: “Söyle ey cennet!” Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi: “Bana giren kişi said oldu.”


Hak teâlâ buyurdu: “İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sakin olamayacaklardır:  

1 - İçki içen ve tövbesiz ölenler. 

2 - Zinâ eden ve tövbesiz ölenler. 

3 - Dedikoducular.  

4 - Karısını kıskanmayan deyyuslar.  

5 - Livatâ edenler. 

6 - Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)  

7 - Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler. 

8 - Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.


Hasan Basri rahmetullahi aleyhi buyurur ki: “Başkalarından sana ve senden de başkalarına haber götürüp getiren kimselerin yüzlerini, kâğıt gibi karalamak ve karartmak gerektir. Zira, bu gibiler iki yüzlü kâğıt gibidirler. Onun için, bunların iki yüzlerini de karartmak lâzımdır ki, artık ne sana haber getirebilsin ne de senden başkalarına haber götürebilsinler. İki yüzünü karartmak demek, böyle bir kimse sana gelip dedikoduculuk ettiği zaman, kendisine: “Senin bu yaptığın iş, Müslümana yakışır iş değildir. Söylediğin, yalansa; Hucurât sûresinin 6. âyeti olan (Eğer, bir fâsık size bir haber getirirse, hemen inanıp kapılmayın, onu araştırın) kavl-i celiline uymuş oldun. Eğer, söylediklerin doğru ise, bu takdirde Kalem sûresinin 11. âyeti olan: (Daima halkın ayıbını araştıran, gammazlıkla lâf götürüp getiren) hükmü cehline uymuş oldun, demelidir.  


Ey aziz kardeş: Dedikodu yalan olursa Ne’ûzü billâh, doğru olursa da gayet fenadır. Her ikisinin de hallerini söyledim, öğrendin ve dilin afetlerinden birisinin de dedikoduculuk olduğunu anladın. Dilin bir âfeti de zem etmek yani sevmediğini yermek ve onun aleyhinde sözler söylemektir, ki işitince o kimse incinir. Hak teâlâ, her insan için bir melek yaratmıştır. Daima, onunla beraber gezer yürür. O kimse, başka bir kimseyi zemmetse o melek derki: “O şerrin hepsi senin üzerine olsun ki, Allahu teâlânın kulunu kötülükle andın, o kötülük sendedir.” Bir kimse de başka bir kimseyi hayır ile anarsa, o melek bu defa da: “Allâhu teâlâ senden razı olsun ki, Allâh’ın kulunu hayırla andın, o hayır seninle de beraber olsun,” der. Böyle olunca, hiç kimse hakkında fena söz söylemek iyi değildir. Bir kimse, diğer bir kimseden ne kadar fenalık görse de onu hayra hamletmek gerektir: Müminin hayrı seçmesi vaciptir. 


Dilin bir âfeti de sevmediklerini lanetle anmak, haklarında kötü ve çirkin sözler söylemektir. Böyleleri, kıyamet gününde hakkın emriyle mahşer yerine getirilirlerken, görenlerin iğrendiği bir halde ve ve ateşten kilitler vurulmuş, kan ve irin akarak getirilirler. Mahşer halkı, bunların ağızlarından yayılan çirkin ve pis koku ile bunalırlar. Melekler derler ki: “Bunlar dünyada iken edep yerlerini daima ağızlarına alır, herkese bu sözlerle söver, fena küfürler ederlerdi. İşte, cezaları da budur. Cehennemde de daha büyük azap göreceklerdir.”


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)