Şeytanın beş silahı

Şeytan, bir mübârek zâtı bozmak için her türlü yolu denemiş, fakat hiçbirinde muvaffak olamamış. Olamayınca demiş ki, “Seni kandıramadım ama şu insanları nasıl kandırıyorum anlatayım da bir dinle. Benim insanları aldatmakta beş tane silahım vardır. Biri olmazsa diğerini kullanırım. Kolay kolay elimden kurtulamazlar, ancak senin gibi müstesnalar hariç. 

***Birinci silahım, onlara cimrilik veririm, hasislik veririm. Sakın ha verme, biterse sonra ne yaparsın der, onları hep böyle korkutarak, hayır hasenat yapmalarına mani olurum. Avucuma alırım. 

***İkinci silahım, kıskançlık veririm. Onun kalbine kıskançlığı bir verdim mi, onu her şekle sokarım. 

***Üçüncü silahım, onların itikadını bozarım. Bid’atleri işletir, tatlı gösteririm, çok lüzumlu, çok lâzım bu derim. O bir bid’at işledi mi, ona tevbe de etmez. Çünkü yaptığı işin doğru ve güzel olduğuna inandığı için tevbe etmek aklına gelmez ki. İşte, onları vehhâbî yaparım, râfızî yaparım, yani akla, sapıklık olarak ne gelirse yaptırırım. Avucuma alırım. 

***Dördüncü silahım, onları öfkelendiririm. Burnundan girerim öfkelendiririm, kulağından girerim kalbine, bir şey yapar onu kızdırırım. Kızdı mı zaten o benimdir. Avucuma girer. ***Beşinci silahım, onlara kibir, gurur ve ucb veririm. Bak sen ne mübârek adamsın. Herkes nerede vakit geçirirken, sen hayır hasenat yolunda vakit geçiriyorsun der, kibirlendiririm. Biraz işini beğendiririm, biraz satışını beğendiririm, biraz imalatını beğendiririm. O da, hakikaten bende çok iş var der. Onu dediği gün, onun işi biter” diyor. 

       Bunlar şeytanın nesi? Beş vesvesesi, şeytanın beş silahı. Vay mel’ûn vay! Kıskanmak, öfkelenmek ne kadar kötü huylar. O bakımdan ne buyuruyor Peygamber Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Öfkelenmeyin, öfkelenmeyin, öfkelenmeyin.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Kalbinde zerre kadar kibr olan, Cennet’e giremez” buyuruluyor. Yani, bu kibir temizlenmedikten sonra, Cennet’e giremez. Çünkü kibir, Allahü teâlânın, en çok kızdığı günahtır. Zira Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, “Azamet ve kibriyâ benim hakkımdır. Kim bana bunda ortak olursa, acımaz yakarım.” Bakın insanların başına gelen felâketlerin sebebine, ya öfke, ya kibir, ya kıskançlık, ya cimrilik, yahut da itikad bozukluğudur. Cenâb-ı Allah bizi böyle olmaktan muhafaza etsin!


(Enver Ören rahmetullahi aleyh)

KÖPRÜ YAPTIRAN MECUSİ

Vaktiyle bir Mecusi vardı. Bu adam Mecusilikte oldukça gayretliydi. İnancında büyük bir taassuba sahipti. Yolcuları çok severdi. Bir gün onlar için bir köprü yaptırdı. Sultan Mahmud, kutlu bir yolculuktan dönerken yol üstündeki o güzelim köprüyü gördü. Köprü, hem güzel­di hem de tam yerindeydi.

"Bu büyük bir hayır!" dedi. "Acaba böyle bir köprüyü kim yaptırdı?"

Maiyetindekiler dediler ki:

"Bir Mecusi yaptırdı."

Padişah, köprüyü yaptıran kişiyi çok kıskandı ve ora­da konaklayarak, Mecusi'yi huzuruna çağırttı. Gelince,

"Sen sanırım iman ehline düşmansın. Gel bu köprü­yü bana sat! Onun için ne kadar altın sarf ettiysen hep­sini benden al! Çünkü sen bir Mecusisin. Kalbinde hamd ve minnet yok. İnandığın gerçek bir din olmadık­ça bu köprünün ne faydası olacak sana? Verdiğim pa­rayı kabul etmezsen, benim elimden kurtulamazsın!" dedi.

Mecusi dedi ki:

"Padişah beni paramparça etse bile bu köprüyü ne satarım, ne de karşılığında para alırım. Ben bu köprüyü din uğrunda yaptırdım."

Bunun üzerine padişah onu hapsettirip ona eziyet et­tirdi. Zindanda ona ne ekmek verdirdi, ne su ... Sonunda eziyetler haddi aşınca Mecusi'nin gönlü, kan kesildi.

Bir süre sonra padişah ona haber göndererek, "Kalk, bir ata binip hemen yanıma gel! Köprüye tam bir değer biçmesi için bir de yanında üstat birini getir!" dedi.

Padişah çok sevinçliydi. Bir toplulukla köprüye gitti.

Padişah oraya varınca uyanık Mecusi, köprünün üstün­de durdu.

Dedi ki:

"Padişahım, şimdi bu köprünün değerini sen, benden iste bakayım! Kendimi bu köprüden atarak helak ede­yim de öbür köprüde karşılığını sana vereyim. Ey yüce padişah, bak da gör! işte köprünün değeri!. .. "

Bu sözleri söyler söylemez kendisini suya attı. Su onu aldı, götürdü. Mecusi, canıyla oynadı. Canına kıydı da dinine kıymadı. Çünkü maksadı dindi, ötesine aldırış bile etmedi.

Ey dost! Bir ateşperest, dinine ziyan gelmesin diye kaldırdı kendisini ateşe attı. Sen Müslümansın, ama Müslümanlıkta öyle bir hale düşmüşsün ki zaten su, se­ni çoktan kapmış götürmüş!. ..

Bir Mecuside bile inanç ateşi, seninkinden fazlaysa, artık Müslümanlığı var git bir Mecusi'den öğren! Allah'a ayarı düşük para götürmek kimin ne haddine! Öte dün­yaya sağlam para, o ayarcıya layık akçe götürmek ge­rek. Can tenden çıkınca Allah'a putlarla dolu bir gönlü nasıl götürebileceksin?

Bütün bu putları gönlünden at. Bedeninle beraber onları terk et. Bir dostun evine puthaneyle gidilmez. Aya­ğı uyuşan kişi minbere nasıl çıkabilir? Uyuşuk bir ayak­la minbere çıkılamazsa uyuşuk, uykulu bir gönülle, Hakk'a nasıl erişilir?

Biri, bir an olsun uyanırsa o uyanıklığı ziyadeleşir. Fakat sen bütün ömrünü gafletle geçirdin. Bir an bile uyanıklık yüzü görmedin.

Uykusu gaflet olanın uyanıklığı ölüm olur.

Be adam! Sen kendi gamınla gamlanmazsan, senin derdine kim yanacak?

Bari, serkeşlik etme de hemen işe koyul, elinden ge­leni yapmaya giriş. Çünkü hiç kimse senin derdine yan­maz, senin için gam yemez. Hiç kimse senin yükünü bir anlığına bile çekmez. Bunu böylece bil!.

(Feridüddin Attar, İlahiname)

Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüğü İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleridir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Ehl-i sünnet* âlimlerinin en büyüğü, hattâ *Reîs* leri, *İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe* hazretleridir. İlk kitâbı hâzırlıyan O. İlk kitâbı O meydana getirdi. Ama kendisi yazmadı. 


O söyledi, *Talebe* leri, *Kâtip* leri yazdılar. Biz, o ilk kitâbı, yâni *El kavl* kitâbını basdırdık. Çok *Kalın* bir kitap. Çok istiyorlar onu dünyâdan. 


*Hanefî* olmıyanlar bile hep *Kavl* kitâbını istiyorlar. Çünkü islâmiyeti anlatıyor. Sâdece *Hanefî* mezhebini anlatmıyor ki. 


Onun için, hangi *Mezheb* den olursa olsun, hep *Kavl* kitâbını çok arıyorlar. Elhamdülillah efendim, biz onu da basdırdık. 


Eğer ben *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* ni görmeseydim, *Efendi* hazretlerinden işitmeseydim, Ondan dînimi öğrenmeseydim, bu *Kitaplar* meydana gelmezdi. 


Bu kitaplar, hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin mübârek *Sözleri* nden meydana gelmişdir. 

● ● ● 

En büyük *Günâh*, dîni parayla *Satmak* dır. Yâni *Din* kitâbından *Para* kazanmakdır. Bu kadar *Kitap* basılıyor, satılıyor. Bu *Kitap* hizmetlerinden benim cebime *On* para girmemişdir. 


Hattâ ben, kendi kitaplarımı bile *Para* ile satın alırım. Dînimize âit bir meseleyi *Öğreten* veyâ öğretilmesine *Sebep* olan, yüz *Ömre* sevâbı alır. 


Bir *İslâm Ahlâkı* nın, bir *Namaz Kitâbı* nın içinde, dîne âit yüzlerce *Mesele* var. Bir talebe, *Dînini* öğrenmek için, hattâ dîninden bir *Mesele* öğrenmek için evinden çıksa.


Dînini öğreneceği *Zâtın* evine gidinceye kadar, bu şerefli *Kul* benim üstüme *Bassın* diye, o yola *Melekler* kanatlarını döşerler kardeşim. 


Bu *Sevap*, dînini *Öğrenmek* için giden kişiye verilmekdedir. Ya *Öğretmek* için giderse? Yâni birine bir *Kitap* verirse? Veyâ kitap verilmesine *Sebep* olursa?


Yâni bir kimse, onun *Elinden* dînini öğrenirse, ona verilen *Sevâbı* bir düşünün. Elbette ki öbüründen daha *Çok* sevap alacakdır.


Birine bir *Kitap* vermek veyâ kitap verilmesine *Sebep* olmak o kadar *Sevap* dır ki, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar, bunun için; *Yâ Rabbî, bu kulunu affet!* diye istiğfâr ederler. 


Bizim dînimizin *İki* esâsı vardır. Biri *Öğrenmek*, diğeri *Öğretmek*. Dînimizin en büyük düşmanı *Cehâlet* dir. Onun için nerede *İlim* varsa, *Din* oradadır. 


Nerede *Din* varsa, *İlim* oradadır. İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *İbâdet* dir, çok büyük *Sevap* dır kardeşim.

Allahü teâlâ insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür

 Allahü teâlâ insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür.


İlk örtü insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir.


İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir.


Üçüncüsü ise.

Allah kulunun günahlarını örtmüş gizlemiş günahlarını sevaba çevirmiş, 


Sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir.


İmam-ı Gazâlî, Esmâü'l-Hüsnâ, tercümesi,  s.128

Say ki öldün

 “Say ki, öldün. Yalvardın, yakardın ve sana bir gün daha verildi. Bugünü o gün bil ve öyle yaşa.”    

(İmam-ı Gazali)

Müslimânın yapması lâzım olan şeyler sekizdir

 Tenbîh: (Ni’met-i islâm) kitâbında diyor ki: Ef’âl-i mükellefîn, ya’nî müslimânın yapması lâzım olan şeyler, sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh, müfsid. Farzlar ve harâmlar, Allahü teâlâ tarafından, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmişlerdir. Bir ibâdetin farzlarından biri terk edilirse, o ibâdet sahîh olmaz. Bilmiyerek terk edilince de, sahîh olmaz. Bilerek terk edince, günâh da olur. Sünneti yapmanın sevâbı, farzın sevâbından azdır. Sünneti bilerek terk etmek günâh olmaz. Azâb yapılmaz. Azarlanır. Gayr-ı müekked sünnete, müstehab ve mendûb da denir. Bunu yapmak, sevâb olur. Ya’nî, Cennet ni’metine kavuşur. Bilerek yapmamak, günâh olmaz. Nâfile ibâdet, ya’nî emr olunmamış bir ibâdeti yapmak, müstehabdır. Mubâh, yapması veyâ yapmaması, sevâb veyâ günâh olmıyan şeydir. Yimesi harâm olmıyan şeyleri, doyuncaya kadar yimek, içmek mubâhdır. Doydukdan sonra yimek, içmek harâmdır. Harâmdan kaçınmak sevâbdır. [Farzı yapmakdan da çok sevâbdır.] Mekrûh işlemek de günâhdır. Harâma halâl diyen kâfir olur. Alkollü içki [meselâ bira] içmek, kumar oynamak, anaya, babaya âsî olmak, [ya’nî, harâm olmıyan emrlerini yapmamak, müslimânların kalbini kırmak, rızâsı olmadan malını almak] harâmdır. Mekrûha halâl diyen kâfir olmaz. Midye, istridye, istakoz yimek, abdestde ve guslde suyu isrâf etmek mekrûhdur. Sünnet deyince, müekked sünnet anlaşılır. Mekrûh deyince, tahrîmi olan mekrûh anlaşılır. Ödünc istemek, mubâhdır. Ödünc vermek, müstehabdır. Borc ödemek farzdır. Borclu fakîri sıkışdırmamak vâcibdir. Lâzım olan din bilgilerini öğrenmek, kadınlara da farzdır. Başkalarına öğretecek kadar fazla öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Dahâ çok öğrenmek mendûbdur. İlmi ile öğünmek, mekrûhdur. Bey’ın şartlarından olmayıp da, alıcı ve satıcıdan birine fâidesi olan bir şeyi şart ederek yapılan satış fâsid olur, harâm olur. Her insana ilk farz olan şey, îmân etmesidir. [Îmânı olmıyana, (kâfir) denir. Îmânı olana, (müslimân) denir. Ba’zı sözler, ba’zı işler, îmânın gitmesine sebeb olur. Müslimân iken, sonradan îmânsız olana, (mürted) denir. Bir müslimân, mürted olunca, nikâhı gider.]

(İslam ahlakı kitabı sayfa 372)

Vaktinde kılınmayan namazları hemen kaza etmek de farzdır

 Düşman karşısında, bir farz namazı kazaya bırakmak, yediyüz büyük günah işlemiş gibi günahtır. Hem de bu büyük günah, her namaz kılacak kadar boş zamanlar geçtikçe, bir misli artar.Çünkü vaktinde kılınmayan namazları hemen kaza etmek de farzdır.Tövbe ederse affedilir. Ancak kazalarını kılması şartıyla.

(Muhammed Bâkibillah “kuddise sirruh” hazretleri)

Kur’ân-ı Kerîmi anlamak

Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz.Ömeri görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü, dâimâ, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hz.Ömer “Dün Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu.

Hz.Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, “Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve arabîyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitapı da, Onun hadis-i şerifleridir.

Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır.

Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, “Tefsîr” ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma’nâya gelmekdedir.

Hatta aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yaptıkları Kur’ân tercümeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor.

Bunun için Kur’an-ı kerimin gerçek manasını, emirlerini doğru olarak anlayıp amel etmek için müctehidlerin, mezhep imamlarının bildirdiklerine uymak şarttır.

İslam dinini beğenmeyenlere, aldanmayın

 İslam dinini beğenmeyenlere, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenlere ve mürtedlere aldanmayın.Çünkü bunlar, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyiflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, dinsizliğe ise asrilik ve münevverlik diyorlar.Mürted demek, Müslüman evladı oldukları halde, Müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okumadıklarından, yalnız bir lutfe, teveccühe ve dünyalığa kavuşmak için Müslümanlığı beğenmeyenler ve “İslamiyet, terakkiye manidir” diyenlerdir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu

 Her Müslüman, hem imanını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir.Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, selam vermemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zaruret ve ihtiyaç olduğu zaman, zaruret miktarı kadar görüşülebilir. Ancak bu hallerde de kalbin yine onları sevmemesi lazımdır.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Bid’at sahipleriyle görüşmeyin

 Bid’at sahipleriyle görüşmeyin, konuşmayın, onlardan uzak durun.Bid’at sahipleri, Peygamber efendimizin “aleyhisselam” zamanında ve onun dört halifesi zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan sözleri,yazıları,usulleri ve işleri,ibadet olarak,inanan,yapan ve yaptıranlardır.Nitekim Peygamberimiz “aleyhisselam”; (Bid’at sahibi olanlara hürmet eden, dirilerini ve ölülerini metheden, bunları büyük bilen, din-i İslamı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur) buyuruyor.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran kâfirdir

 Peygamberimiz “aleyhisselam”; (Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran kâfirdir) buyuruyor.Bazı kimseler, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde mânâları açık olmayan itikat bilgilerinde, yanlış tevil yaparak, yanlış mânâ çıkardıkları için, hak yoldan ayrılmışlardır ki, bunlara bid’at ehli denir.Onun için namazdan, imandan haberi olmayanların, sırf para kazanmak için, piyasaya sürdükleri uydurma tefsirlerin, yaldızlı reklamlarına aldanmayınız, bunları almayınız ve okumayınız!.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

DÜRZİLER KİMDİR?

 Dürûz, ya’nî Derezîlere, yanlış olarak, “Dürzü” deniliyor.

İbni Âbidîn, üçüncü ciltte, mürtedleri anlatırken buyuruyor ki: 

(Derezîler, müslümân adı taşır. Namaz kılanları da vardır. Fakat, îmânları bozuktur. Tenâsüha inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helal diyorlar. (Ülûhiyyet sıfatları) tanrılık insandan insana geçer diyorlar. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Bunların ma’nâları, dünyâda yaşama yollarını düzeltmektir derler. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” çirkin şeyler söylerler.


Şâm müftüsü allâme Abdürrahmân, (İmâdî fetvâsı)nda, bunların Mülhidler gibi ve İsmâiliyye gibi inandıklarını bildirmektedir. 


Dört mezhebin âlimleri, bunlardan cizye alarak islâm memleketlerinde oturmalarına izn vermek helal olmaz dedi. Bunlardan kız almak, kestiklerini yemek câiz değildir. 


(Fetâvâ-i Hayriyye)de, bunlar uzun bildirilmekdedir. Bunlara, zındık, mülhid ve münâfık denir. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar.


Dîn-i islâma uymıyan inanışlarından vaz geçmedikçe, müslüman olmazlar. Bunlar, kitaplı ve kitapsız kâfirlerden dahâ zararlıdır). 


İbni Âbidînden “rahmetullahi teâlâ aleyh” terceme temâm oldu. 


Bu (Mülhidler), “Allah, Alî’nin ve çocuklarının şeklinde göründü” derler. Onbirinci imâm olan Hasen bin Alî Askerînin adamlarından olduğunu iddi’a eden İbni Nusayr’ın uydurduğu çirkin sözlere inanırlar. 


Suriye’de bulunanların kendilerine alevî dedikleri (Müncid)de yazılıdır. Türkiye’de böyle alevî yoktur. 


Mısır’daki Fâtimî hükümdârları, Ehl-i sünnetden ayrıldı. Bozuk yollara saptı. Bunlardan Hâkim bi-emrillah, müslümânlıktan da çıkmıştı. Dırâr isminde bir dönme, Hâkim’i aldatdı. İslâmiyeti yıkmağa uğraştı. Dırâr’ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkim’i ve Mısır’daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuşdu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve Lübnan’dakilere de aşıladı. 


Selmân-ı Fârisî’yi “radıyallahü anh” çok severiz derler. İnanışlarını gizli tutarlar. İri, inatçı, yağmacı, merhametsiz kimselerdir. 


Yavûz Sultan Selîm’e “rahmetullahi teâlâ aleyh” tâbi’ oldular. Sultân üçüncü Murâd zemânında isyân ettiler ise de, Bosnalı Dâmât İbrâhîm Paşa, terbiyelerini verdi. 


Suriye’deki hıristiyanlarla da, ara sıra savaşdılar. Derezîler, Arabistan’dan Irak’a gelmiştir. Îrânlılar, Irak’taki Hîre devletini yıkınca, Hîrelilerle birlikte Derezîler de Mısır, Şâm ve Halep’e göç etmişti. Şâm’ın fethinde islâm askerine yardım etdiler. Fâtimîler zemânında yolu sapıttılar.


Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye syf. 487

Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır?

 Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır? Bunun tek ölçüsü var,o da İslamiyet'e hizmet ettiği kadar. Kim dine ne miktarda faideli ise, onun kalbinde iman o derece parlaktır. İmanı güçlü ve kuvvetli olanların ellerine zincir vursalar, ayaklarına zincir vursalar yine durduramazlar, yine bir şeyler yapmaya çalışırlar, en azından söylerler.

(Hüseyin Bin said hazretleri)

AÇLIĞIN FAYDALARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Şimdi aziz: Aklı olana şu sözüm yeter. Şirkin kaynağı midedir. Her ne fesat koparsa, karında kopar. Her ne iyilik olursa, oda bu karından olur. Zira, karın tok olunca, bütün azalar açılır ve acıkır, yani fesat başları baş kaldırarak fesada başlar. Fakat, kırk gün aç kalırsa, bütün âza doyar ve dilsiz olur. Yukarıda, bunlardan bahsedilmişti. Şimdi, tokluğun zararlarını işittin, gel bu defa da açlığın faydalarını anlatalım.


Hak sübhanehu ve teâlâ, ne zaman ki nefsi yarattı, ona sordu:  

— Bildin mi, ben kimim ve sen kimsin?  

Nefs, cevap verdi:  

— Sen sensin, bende benim!  


Nefs, Allahu teâlânın huzurunda senlik- benlik davasında bulunduğundan beri bu dâvayı bırakmamıştır. Bunun üzerine, Hak celle ve âlâ, nefse hışım etti ve o hışmın parıltısından cehennem yaratıldı. Buyurdu ki, cehennemi üç bin yıl yaksın ve ısıtsınlar, öyle karardı ve karanlık oldu ki, cehennemin içinde göz gözü görmez oldu ve iyice ısındı. Hak teâlânın buyruğu ile nefsi cehennemin içine attılar, orada bin yıl yandı. 


Sonra, cehennemden çıkararak Hakkın huzuruna götürdüler yine soruldu:  

— Ey nefs! Bildin mi sen kimsin, ben kimim?  

Nefs, yine cevap verdi:  

— Ben benim ve sen sensin!  


Hak teâlâ buyurdu, bin yıl daha cehennemde yaktılar, yine aynı soru soruldu ve aynı cevap alındı, götürüp bin yıl daha yaktılar, cehennemde azap ettiler, aynı cevabı tekrarladı. Görüyor musun? Nefs-i emmâre üç bin yıl cehennemde yandığı halde senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. Bu defa, Hak teâlâ gıdasının kesilmesini irade buyurdu. 


Gıdasını kestiler. Aradan üç gün geçmeden, nefs feryada başladı:  

— Beni Rabbime götürün!  

Cehennem ehli buna şaştı, kaldılar. Kendi kendilerine:  

— Bu ne acayip sırdır ki, bu nefs üç bin yıl cehennemde yandı, türlü türlü azaplar gördü de bir kere (RABBÎM SENSİN) demedi. Senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. 

Üç gün gıdası kesilmekle (BENÎ RABBİME GÖTÜRÜN, BANA MEVLAM GEREKTİR, BAŞKA HİÇBİR ŞEY GEREKMEZ) demeye başladı.  


Cehennem mâlikleri, Hak teâlâya niyaz ettiler:  

— İlâhi! Sen, allâm-ül-guyûbsun. (Gaipleri bilicisin.) Şu nefs, cehennemde üç bin yıl yandı da hiç kimseye baş eğmedi. Şimdi, üç gün aç kalınca (BENİ RABBİME GÖTÜRÜN.) diye feryada başladı, dediler.  

Hak teâlâ, huzuruna getirilmesini irade buyurdu ve nefse sordu: .  

— Yâ nefs! Bildin mi? Ben kimim ve sen kimsin?  

Nefs, bu defa şu cevabı verdi:  

— Ent-el Mevlâ ve ene abdük-el za'if (Sen, benim Mevlâmsın. Ben, senin zayıf kulunum) dedi.  


Bunda, acayip sırlar vardır. Birisi de budur ki, kişi nefsini bilmelidir. Onun kötü ve çirkin sıfatları arasında üstünlük taslama ve başkaldırma bulunduğunu da öğrenmelidir. Açlığın ise, nefsi islâh etmeye sebep olduğunu, Allahu Teâlâ’yı bilmeye ve kendisinin aczini anlamağa kâfi geldiğini daima hatırlamalı, serkeşlik edip başkaldırmanın Hak teâlânın hışmına ve kahrına sebep olduğunu her an göz önünde bulundurarak nefsini islâh etmek çarelerini araştırmalıdır.  


Rabbini bilmek, nefsini bilmeye mevkuftur (bağlıdır);  

Bu kısım genc-i mahfi âşıka mâruftur. (Gizli sırra sahip âşıklar bilir) 


Nefs, aç olmayınca benlik dâvasını bırakmaz, kulluğa bel bağlamaz, Allahu teâlâya muti olmaz. Bu konuda söz çoktur, eğer hepsini yazarsak kitap gayet uzun olur. Maksat, bu gerçeği bilmek ve açlığın nefsi, emmârelikten kurtarıp serkeşlikten de koruduğunu ve nefse Mevla’sını bildirdiğini hatırlatmaktır.  Hak teâlânın nefse bu şekilde muamele yaptırmasından muradı, nefsi açlıktan başka hiçbir şeyin acze düşüremeyeceğini ve kulluk makamına getiremeyeceğini bildirmektir.  


Şunu da iyi bil ki, az yemek gönlü saflaştırır, nefsin karanlık ve bulanıklığını giderir. Kişinin zihni pâk ve kuvvetli olur. Gönül yumuşak olur, gönlü yumuşak olanın eli açık olur. Az yiyen kişiler, ibadet ve tâatlerin den zevk ve lezzet bulurlar. Zikirden, tesbihten, namaz ve oruçtan ve bütün hakkani işlerden sefa alırlar. Bütün bâtıllardan kaçınır, nefsini dilediği gibi çeker çevirir ve kendileri nefislerine asla uymazlar. Açlık, kişinin gafletini giderir, kin, cimrilik, haset, nifak, hiyânet bırakmaz. Az yiyenler, alçak gönüllü ve merhametli olurlar, gece- gündüz hakkı zikrederler, dillerinde daima hayır kelâm olur, gözlerinde ve gönüllerinde hikmet bulunur, kendi acizliklerini bilirler, ölümü unutmazlar, günahlarından ötürü pişman olurlar ve çok açlık çeken kişiler ârifi billah da olurlar, çok açlık çektiklerinden dolayı kendilerine mârifet kapıları açılır. Az yiyen kişiler, nefsani gıdalardan kesilir ve ruhanî gıdalara erişirler, gönüllerine hakkın muhabbeti dolar, o muhabbetin nuru beyinlerine çıkar. Nitekim, yukarıda çok yemenin de gafleti ve karanlığı yürekten beyine çıkartarak akıl nurunu hafiflettiği ve aklın tasarrufunu bedenden alarak nefse teslim ettiği ve bütün tasarrufun nefsin eline geçtiği belirtmiştik.  


Evet; az yemekle gönüle hakkın muhabbeti dolar, bu muhabbetin nuru varıp beyini de nurlandırır, ondan imdat alır ve kuvvetlenir ve bunun neticesi olarak bedenden nefsin tasarrufu alınır ve akla verilir ve artık tasarruf tamamen akılda olur. Böyle olunca da bu nur beyinden bütün azaya yayılır. Nitekim, çok yemenin buharının da aynı şekilde beyne yayıldığı ve oradan bedene dağıldığı ve ibadete engel olduğu yukarıda anlatılmaya çalışılmıştı. Bu takdirde, bütün tasarruf nefiste olduğu gibi, Allah muhabbetinin nuru beyinden bütün azaya yayılınca da bunun tam aksi olur ve bu defa tasarruf nefsten akla geçer, bütün âza ibadet ve tâ’atte kuvvetli olur ve ibadetten başka bir şeyden zevk ve sefa bulmaz.  


Bir yandan da karanlığın yolu bağlanıp işlemez olur ve artık o gönüle karanlık gelmez. Muhabbetullah nuru ile bir nazarda, iki cihanda ne varsa bakar ve hepsini görür. Zira, basiret gözü açılır ve ona gizli hiçbir şey kalmaz. Bu sebeple, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: "Amellerin efendisi açlıktır." buyurmuşlardır. Aziz: Bütün bu saadetler hep az yemekten elde edilir. Bütün mihnetler de çok yemekten başa gelir. Hak teâlâ, İsa aleyhisselâma buyurdu: (Eğer, beni görmek istersen aç ol!) O halde, ebedî saadeti isterseniz, açlığı irade ediniz. Şu birkaç günlük ömrü, az yemekle ve nefis mücahedesi ile geçiriniz, ki gidip orada cennet nimetleri ile doyasınız, Allâhın cemâli ile müşerref olup, sultanlık bulasınız.  


Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurmuşlardır ki:  

“Cennet kapılarını vurmakta tembellik etmeyiniz ki, cennet kapıları sizlere açılsın.”  


Ashab-ı kiram sordular:  

— Yâ Resûlallah! Cennet kapılarını vurmak nasıl olur? Şimdilik cennet kapıları görünür yerde değil ki, gidip vurabilelim.  


Efendimiz saadetle buyurdular:  

— Cennet kapılarını vurmak açlık ve susuzlukla olur. Açlığa ve susuzluğa dayanın, nefsinizle cihad edin ki, Hak teâlâ sizlere cennet kapılarını açsın.  


Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:  

“Açlık ve susuzluğa karşı nefsinizle cihad eyleyin. Açlığa ve susuzluğa dayananlara, Allah yolunda cihad etmiş gaziler gibi ecir verilir.”  


Şeyh Seni ibn-i Abdullah Tüsterî rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki: “ Tokluktan cahillik ve mâsiyyet hâsıl olur ama açlıktan ilim ve marifet hâsıl olur.” Seni ibn-i Abdullah hazretleri, on beş günde bir yemek yerlerdi. Ramazan aylarında ise, bütün ramazan boyunca yalnız bir kere yerdi. Fakat, her gece bir yudum su içerdi. 


Ebû Ali Dekkak rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki: “Zahirini mücahede ile süsleyenin, batınını da Hak teâlâ müşahede nurları ile süsler.” Yine buyurmuşlardır ki: “Yüksek makamlara vasıl olmanın sebepleri, açlıktır.”  


Şimdi ey aziz kardeş: Açlığa kendini alıştır ve bunu mutlaka âdet et! Nefsine, riyazet ve mücahedeyi öğret ki, mücahede insanı müşahedeye erdirir. Şunu, muhakkak olarak bil ki, açlık Nebilerin hasletidir. Tokluk ise, kafirlerin, münafıkların ve hayvanların hasletidir.  


Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh buyururlar ki: “Bir kişi, yemeğe BİSMİLLAH diye başlasa ve o yemeği ibadet etmeğe kuvvet bulmak niyeti ile yerse ve sonunda EL-HAMDÜLİLLÂH derse, o yemek nura dönüşür. Eğer, nefsinin hazzı için yerse, ne kadar az olsa da o yemek karanlıklara tebdil olunur.” Az yemenin acayiplikleri çoktur. İnşa’allahu teâlâ sırası geldikçe onlardan da bahsedeceğiz.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek

 Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmaya sürükler.Böyle kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhidi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibadeti yapar. Halbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve İslamını temelinden götürür.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Dualarının neticesi yalnız bu olursa yetmez mi?

 NE GÜZEL NASİHAT

İbrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh” sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm) buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevâb buyurdu ki, Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itâ’at etmezsiniz. Peygamberini “sallallahü aleyhi ve sellem” tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden fâidelenirsiniz, Ona şükr etmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hâzırlıkda bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yaratdığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayblarını araşdırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökden ateş yağmadığına şükr etsin! Dahâ ne isterler? Düâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?

Tam ilmihal Seadet-i Ebediyye, sahife 73

Zalim kimseleri methetme!

 Zalim kişileri adil diye methedenin, din düşmanının ölüsüne dirisine dua edenin imanı gider.


Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri

Velilerin Kabirlerini Ziyaret Hususunda

Ziyaretçi feyz almaya ve mevta feyz vermeye ehil olup feyz için gereken şartlara da riayet edilirse muhakkak bir eser ortaya çıkar. 


Ziyaret edilen mevta mercuin ve irşada mezun evliyadan ise ortaya çıkan eser durgun, yavaş ve kalıcı olur. Müstehlikin ve irşada mezun olmayan evliyadan ise hasıl olan feyz ve eser keskin ve hızlı olur, çabuk kaybolur.


Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri (Rabıta-i Şerife eserinden sadeleştirilerek iktibas)

Rü'yâlar isti'dâdı haber verir

 "...Mahdûma! Server-i kâinâtı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ve Mefhar-ı mevcûdâtı rüyâda ve vâkı'ada görmeniz, Medîne-i münevverede medfûn olan sûret ve şeklinde görmeniz şartına bağlı değildir. Hangi sûrette [şekilde] görürseniz, umulur ki, şeytanın temessülünden [O şekle girmesinden] mahfûz olur. Lâkin bilmek lâzımdır ki, vâkı'alar ve rüyâlar müjdeci ve istidadın habercisidirler. Kavuşmayı göstermezler. Can çıkarırcasına çalışmak lâzımdır ki, kuvveden fi'le, kulaktan kucağa gelsinler..."

Not: Bu mektûb Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri tarafından Molla Fasîhuddin'e yazılmış mektûbun bir bölümüdür.

[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 3.cild, 219.mektûbdan bir bölüm]

Az yemenin faydaları

(MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ)

AÇLIK NE DEMEKTİR?  

Ey aziz kardeş! Ey din yolunda bana yoldaş! Hak teâlâ, bizlere tevfik ve yardımını refik eylesin. O diyeceğim yedi şeyin birincisi açlıktır, daha doğrusu AZ YEMEKTİR, HELÂL YEMEKTİR. Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimin de böyle buyurur: “Pâk ve helâl şeyleri yiyin ve sâlih ameller işleyin.”  Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuşlardır ki: “İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl yemektir.” 


Âdem peygamber aleyhisselâm ile Havva anamız radıyallahu anha, duymadın mı karınları yüzünden nice mihnetlere düştüler? Allahu teâlâ: (O ağaçtan yemeyin!) buyurdu, onlar yediler, sırtlarından hülleleri gitti ve başlarından taçları düştü, bu hal ile cennetten çıktılar ve geldiler bu dünya zindanında nice yıllar gözyaşları döktüler, nice türlü mihnetler çektiler. İşte, onların çocukları olan bizler de aynı mihnet ve meşakkatleri çekmekteyiz.


Başımıza gelenlerin çoğu, midelerimiz yüzündendir. Şunu iyi bil ki, iyilik veya kötülük, salâh veya fesat ne varsa hep mideden ve karından kopar, bütün azaya dağılır ve yayılır. Karın denilen şey su musluğuna benzer. Borudan gelen su musluğuna dökülür, o musluktan dört yana çeşmelere dağılır. Ne zaman ki, borudan su gelmese ve musluğa dökülmese, bütün çeşmeler kurur, harap olur. 


Artık, o çeşmelerin yanına kimse uğramaz, atlı veya yaya gelenler, gelmez olurlar. Mideye, yemek de boğazdan gelir ve bütün vücuda yayılır. Yani, yenilen yemek boğazdan gelip mideye indikten sonra, göze görmek olur, kulağa işitmek olur, dile söylemek olur. 


Demek ki, çok yiyince mideye çok yemek iner, bütün uzuvlarda şehvet galip olur. Dil, çok söylemek ister. Çok söyleyince de arada yalan, gerçek, dedikodu, küfür, boş ve manasız lâflar her ne ki dilin ucuna gelirse konuşulur. El de vurmak, kırmak, tutmak ve eli altında bulunanları incitmek, nerede şer iş varsa alıp satmak, haram helâl tanımamak, hatta eliyle koymadığı şeyleri bile — Ne'ûzü billah— almak diler.


Ayak da fısk meclislerine, çalgı ve hengâmelere, oyunlara, nerede fenalık ve fesat olursa oralara, zalimlerin meclislerine gitmeyi diler. Gözler de harama ve helâle, güzel kadınlara, genç çocuklara bakmayı, herkesin sırlarını ve ayıplarını görmeyi gezinti yerlerinde güzel manzaralar izlemeyi ister. Kulaklar da yasaklanan şeyleri, küfürleri, dedikoduları, nefse hoş gelen müzikleri dinlemek diler. Burun da haram veya helâl güzel kokular almak diler. Nefs de haram ve helâl ne olursa olsun çiftleşmeyi, elinden geldiği ve gücünün yettiği kadar kadınlar ve cariyeler almayı ve nefsanî şehvetlerle meşgul olmayı diler. Bütün bunlar olunca da gönül kararır, ibadet ve tâ’atten zevk almaz; olur, ki bu fenalıklar hep çok yemekten ileri gelir.  


Fakat, ne zaman ki, boğazdan mideye az yemek inerse, bütün bu uzuvlarda da şehvet duygusu azalır, zayıflar. Yemeği ve içmeyi büsbütün kesip azaltınca, bütün şehvetler kesilir ve azalır. Bunları zorlayan kuvvetler de azalır. Dil, haram şöyle dursun, doğruyu bile söylemek istemez. El, haramı tutmak şöyle dursun, helâle yapışmak istemez. Göz de haramı bırak helâle bakmadan zevk almaz, sözün kısası bütün bütün uzuvlar haram şöyle dursun, helâle bile bakmaz olur.  


Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin: “Amellerin efendisi açlıktır. Nefsin zilleti, yün elbise giymekle olur.”  Buyurmaları buna işarettir. Demek ki, aç kalınca bütün azalar da şerden kesilirler. Bu azalar, şerden kesilince bâtın gözünde perde kalkar basiret gözü açılır, ona gizli bir şey kalmaz olur ve bâtın kulağı da açılır. Rabbani ilhamı ve hitab-ı sultaniyi ve meleklerin muhatap oldukları hususları işitir olur. İçerden gönül dili açılır, zâhir olur. Bu dil, gönüle tercüman olur, hakkın hikmetini ve marifetini söyler. Bâtın eli, ilâhi hazinelere erişir ve bâtın ayağı da bir adımda doğuyu ve batıyı seyran eder. Bâtın gözü de doğudan batıya her şeyi görür ve bâtın kulağı da doğu ile batı arasındaki fısıltıları bile duyar. Bâtın eli, nice günlük yoldan elini eriştirir, bâtın ayağı da bir hareketle doğudan batıya varır gelir, tayyi mekân eyler. Belki, seyri yere ve göğe bile yetişir ve ona gizli ve örtülü hiçbir şey kalmaz:  Batın alemini keşfedenlere velayet sahibi denir.  


Şimdi aziz: Bu söz sana acayip gelmesin!  Hz. Ömer radıyallahu anh, Medine-i münevvere'den parmağını uzatıp Rum kayserinin bir gözünü çıkardığını duymadın mı?  Bir başka gün de Sâriye adında ünlü bir pehlivan vardı, kâfir ile cenk ediyordu. Kâfirler, tam Sâriye’ ye galip gelmek üzere idiler ki, o sırada Hz. Ömer radıyallahu anh da Medine-i Münevvere’ de hutbe okuyordu. Sâriye'nin mağlûp olmak üzere bulunduğunu o kadar yoldan gördü ve seslendi: “El-cebelü. El-cebelü...” (dağa, dağa,) Sâriye, yedi günlük yoldan Hz. Ömer'in sesini duydu, askerleri ile dağa doğru çekildi ve kâfirlerden kurtuldu. Bundan da anlaşılıyor ki, kişinin batini kuvvetleri duyunca, doğu ile batı arası dünya, ona bir el ayası gibi gelir, bâtın âlemi gözlerinin önüne açılır ve serilir.  


Velâyet üç kısımdır: Bir kısmı velâyet-i umumidir. Bunun yerden göğe kadar seyir ve bilgisi vardır. Bir kısmı velâyet-i hâs'tır. Bunun da arştan ferşe varıncaya kadar ne kadar yaratılmış varsa bilgisi, seyri ve tasarrufu vardır. Bir kısmı da velâyet-i hâssül-hâs'tır. Bunlardan öte, öylesine bilgi ve kudreti vardır ki, haddini ve nihayetini ancak kendisi bilir.  


Bâtını açık olana VELÎ de derler. Sözü uzattık yine maksada gelelim: Evet; ne zaman ki, yemek az yenirse nefs zayıf olur. Nefs zayıf olunca, bedenden yani bütün azalardan nefsin tasarrufu kesilir ve tasarruf aklın olur. Akıl nuru, göz nuru gibi değildir ki, duvarın arkasında olan şeyi görmesin. Fakat, yemek çok yenirse, aklın nuru zayıf olur, azadan aklın tasarrufu kesilir ve tasarruf nefsin olur. Oysa, nefs-i emmâre tasarrufu ile olan işler hep hatadır. Çok defa şeriata aykırıdır.


Demek ki, çok yemek gönlü karartır, yani basiret gözünü körleştirir. Nitekim Fahri âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz: “Çok yemek yenilmedikçe kalp ölmez, buyurmuşlardır.” 


Ama çok acayiptir ki bu çok yeme âdeti şimdi rehberlerde, âlimlerde ve şeyhlerde, yani gerçeği bilenlerdedir. Halk, bunların daim nimetler içinde bulunduklarını, ziyafetten ziyafete koştuklarını, pilâvlar, helvalar ve türlü türlü nefis yemeklerle soğuk pınar başlarında, gezinti yerlerinde kebaplar ve kuzu çevirmeleri yaptıklarını, büyük bir iştiha ile bunları atıştırdıktan sonra, soğuk sular içerek nefislerini doyurup, tenlerini semirttiklerini görür ve iyi bir iş yaptıklarını sanırlar ve onlar da güçleri yettiği kadar çok yemek ve içmekle meşgul olurlar böylece gönüllerinde kasvet galip olur, salih amelleri terk edip yönlerini nefs-i emmâreye döndürürler ve hak yönünden uzaklaşırlar.  


Hak teâlâ, Tevrat'ta Musa peygamber aleyhisselâma buyurur:  

“Yâ Musa! Ben, vücudu şişman olan âlimi düşman edinirim.”


Lokman Hekim oğluna nasihat eder:  

“Ey oğul! Sakın, mideni yemekle doldurma! Aklın eksik ve anlayışın kıt ve zayıf olur.” 


Hak teâlâ, mideleri doluncaya kadar yiyenleri, Kur'an-ı azim-ül-bürhanda zemmeder:  

“Yâ Muhammed! Onları bırak, dünyada yesinler. Lezzet ve şehvetle geçinsinler. Emelleri onları oyalasın, imân ve tâ’atten geri bıraksın. Yakında, hallerinin akıbetini, cezalarını görecek ve fena hareketlerini bileceklerdir.”  (Hicr sûresi: 3) Evet, doyuncaya kadar yemek ve bağırsaklarını doldurmak, kafirlerin ve münafıkların sıfatıdır. Hem de çok yemek gönülden hikmeti keser.

  

Ebû-Tâlip Mekki radıyallahu anh buyurur ki: “Bu karın denilen şey, o kamışa benzer ki, boş olduğu zamanlar gayet hoş sesler verir. Fakat, ne zaman dolu olursa, hiç ses vermez.” İnsanın karnı söyleyicidir. İçi boş olduğu zaman, söylediği hep ilim ve hikmet olur. Her ne söylerse hoş gelir. Karnı boş olanlar, az uyurlar ve seherlerde uyanık bulunurlar. Oysa, çok yiyenler kuşluğa kadar uyurlar. Nasıl uyumasınlar ki, midede yedikleri yemeğin buharı vardır, dimağa vurur ve onları sarhoş gibi eder. Fikirleri dağılır, zihinleri zayıflar, nefisleri akla galip gelir, nefs-i emmârelik sıfatı sıkı sıkı onlara yapışır, kuvvetlenir, kötü ve çirkin sıfatları arttırır.


Yahya peygamber aleyhisselâm, bir gün şeytana rastladı:  

— Yâ mel'un! Söyle bakalım, âdemoğullarını azdırmağa ne vakit fırsat bulursun?" diye sordu. Şeytan-ı lâ'iyn cevap verdi:  

— Yâ Yahya! Ben, âdemoğullarını azdırabilmek için, karınları tok olduğu zaman fırsat bulurum.  

Yahya aleyhisselâm, onun bu itirafı üzerine:  

—  Allahu teâlâ şahit olsun ki, ömrümün sonuna kadar, senin gibi eski bir düşmanıma fırsat vermemek için karnımı doyurmam, diye ahdetti.  


Şeyh Zünnûn-u Mısrî rahmetullahi aleyhi buyurur ki:  

- "Ben, tâlip olduğum günden beri doyuncaya kadar yemek yemedim. Kanıncaya kadar su içmedim."  


Hz. Aişe radıyallahu anha validemiz de buyurmuşlardır ki:  

“Resûl aleyhisselâmdan sonra, bu ümmet arasında zuhur edecek ilk bid'at çok yemektir. Diğer bid'atler onu takip ederler.”  


Yoksa, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, ümmet çok yemeğe korkarlardı. Çok yersek, imanın tadını ve islâmın lezzetini bulamayız, derlerdi. Çok yemenin, bedene ziyanı da çoktur. Yemek çok yenilince, su da çok içilir. Mide, çok yemek ve çok su ile dolunca, elbette bedene türlü türlü illetler meydana gelir. Bunlardan birisi de KUSMA dır. Daha buna benzer birçok illetler de peyda olur. Sonunda, tabipler eline düşer, ömrünün sefası gider ve dertten derde düşerek çeke çeke usanır ve ölümü temenni etmeye başlar ve sonunda çok sevdiği dünyacığından da ayrılır, hasretler içinde nasipsiz âhirete gider.  


Nasıl nasipsiz gitmesin ki, her gün ve her gece tıka basa karnını doldurur, nefes alamayacak hale gelir ve âdeta tokluk sarhoşluğu içinde ibadete davranamamış, Allahu teâlânın zikrinden yüz çevirmiştir.  Karnına kul oluğundan her sabah, nefsi kendisini acındırarak gelir: (Aman çabuk bana sevdiğim ve istediğim yemekleri yetiştir, yoksa can vereceğim) diye boğazına yapışır, o da can kaygısı ile yalan- gerçek ağzına ne gelse söyler, halkı aldatır, kendisini cehenneme atar, çalışır, didinir ve nefsinin istediklerini alır verirdi.


Kişi ilim ehlinden ise, Allahu teâlânın kapısını bırakıp, zalimlerin ve Allâh düşmanlarının kapılarına düşer, ağlar, sızlar, yalvarır, yakarır: “İlim sahibiyim, şu dünyada hiçbir şeyim yok, fakirim, muhtacım, dervişim.” der, devlet ve millet malından yiyebilmek için meselâ kadı olur, halka zulmeder, rüşvet yer, bâtıl veya zayıf delillerle ve sözlerle, yalancı şahitlerle haksızı (Allâh korusun) haklı çıkarır, bilerek ve isteyerek hakka uymayan hükümler verir. 


Yahut müderrislik ister, birçok kapılarda özgürlüğünü bırakıp zelillik çeker, Allah- Peygamber bilmez ama kâfiri Müslümanı bilir, istediğini koparabilmek için baş vurmadık kul kapısı bırakmaz, ilmin ve âlimin hürmet ve itibarını korumaz. Bunları elde edemezse, âh ile vah ile gider mescitlerde nasihat eder, halkı şevke getirir, toprak dalaşı karnını doyurabilmek ve bu sayede emeksiz lokma bulabilmek maksadına hizmet ederdi.  


Sözün kısası ister kadı ister müderris, isterse vaiz veya başka bir meslek sahibi olsun, bunların maksatları yalnız gırtlaklarına ve karınlarına hizmet edebilmek, günde üç öğün midelerini tıka basa doldurabilmek bunu temin etmek için de her çareye baş vurmaktır. Bunun için de Allâh tarafını terk ederler ve yönlerini tamamıyla dünyaya, dünya beylerine ve paşalarına döndürürler, dünya izzeti uğruna âhireti ti unuturlar ve sonunda imânsız ölür, giderler. Giderken de -Ne'ûzü billah- hakkın huzuruna elleri boş ve yüzleri kara olarak varırlar.  


Ey aziz: 

Lokma ve şöhret düşkünü olmak kötü ve çetin haldir, ölmeye sebeptir. Üveys-ülKaranî radıyallahu anh ne zaman karnı açıksa: “Yâ ilâhi! midemden sana sığınırım.” diye niyazda bulunur, hemen kalkar, abdest alır, namaza dururdu. Allahu teâlâ da ona hiç ummadığı yerden rızkını hazır ettirirdi. Bu lokma düşkünleri acaba hiç düşünmezler mi ki: “Er-rızku alallâh” Rızkı veren Allâhtır. 


Bu cihanda, aç olan için bir lokma ve bir hırka yeter. Kalanı, ya nimetidir, çok yemek, çok içmek ve çok iyi giyinmek içindir. Şu gerçekten de haberleri yoktur ki, kanaat iki cihana da yarayan hayırdır: Tamah uğruna, kişinin kendisini nereye olursa olsun bırakması doğru olmaz: 


Kanaat geçidine meğer erişmedi elin,  

Ama üçün nefsin ucundan bıraktın mihnete canın,  

Gel, özün mihnete satana, bu fâni zevke aldanma!  

Serabı su sanıp kalma, sözün işitme şeytanın.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi Işık Efendi ve Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretleri

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 


Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.


*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış. Mekkî Efendi, babasına;


*Babacığım, Seâdet-i Ebediyye kitâbını yazmak hakkını niye Hilmi beye verdin?* diye sormuş. Yâni ben burdayım, bana niye vermedin? der gibi sormuş. Abdülhakim Efendi hazretleri de; 


*Çünkü Efendi’yi anlıyan bir Efendi çıkdı. Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 


Bugün, yer yüzünde, böyle bir *Topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *Hizmet* de yok. Neden? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 


*Mekkî Efendi* de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen Enver âbiye anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 


Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.

********

Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa, Tam İlmihâli okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir *Yazı* yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek herkese *Farz* dır. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

İmanın temeli

 İmam-ı Gazali hazretleri “Kimyâ-i saadet” kitabında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi

ve sellem” buyurdu ki, “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve

Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir”

Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, “Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların

ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç faydası

olmaz” buyurmuştur.

Her mümin, kâfirleri, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete, inanaları

yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir. Kötü

kimselerle arkadaşlık etmemeli, günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır.

Zâlimlerden, Müslümanlara eziyyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız

kendisine zulmedenleri af ve zulmlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir. İslam büyüklerimizden

bazıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet

gösterip, nasîhat ederdi. Fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de,

câhiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslamiyete uymakta gevşek olanlar,

kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı sanır.

İslamiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman

bilmek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, “Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe

iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve

münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da,

bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım” buyuruldu.

Bid’at sâhiblerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak istiyenleri

de sevmemek, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır. İmanı olup ibâdet eden

fakat , yalancı şâhidlik, haksızlık, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile

Müslümanları incitenlerle konuşmamak, onları sevmemek lâzımdır. İmanı olup da ibâdet

etmiyenlere, kumar oynamak, içki içmek gibi haram işliyen, fakat Müslümanları incitmiyen

fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, görüşmemeli, fakat hasta

olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile

Müslümanlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük

yapmamalıdır. Onları kalben sevmemelidir.

İşte Îmân Budur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa o beldeye azab inmez

 Günahların işlendiği bir beldenin üzerine azab-ı ilahi gelir. Eğer orada Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa inmez aşağıya , öylece durur. Şayet İslamiyet'e hizmet durmuşsa, azab-ı ilahi,mutlaka zelzele gibi,sel gibi ceza ile gelir.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

YÜZONBEŞİNCİ MEKTÛB

 Şeyh Abdüllatîf Leşkerhânî'ye. Mahbûb-i Hakîkî'nin (celle sultânuhu) tenzîhi hakkında: 

Elhamdü lillah ve selâmün alâ resûlillah. Bu miskinin garîbâne duâsı, kapıların açılmasına vesîle olsun. Allahu Sübhânehüye hamd olsun ki, bu taraftakilerin halleri salah ve iyilik üzeredir. Hiçbir şeyde gözümüz yoktur, ama bir şeyi gözetliyoruz ve sûrî tutulmalarla birlikte, hakîkatta bir tutkunluk lâzımdır. Her ne kadar o nişânsızdan elde bir nişân yok ise de, burada bütün iş yanmak ve erimektir ve bu tarafta herşey derd ve intizardır. Derd gizli, yanma, çığlıksız ve devamlıdır. 

Mısra':

Mum gibi içerden yan, gömlek yanmasın. 

[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild,115.mektûb, sf: 278]

Na'râ vurmak gaflet alâmetidir

 REŞHA-140: Buyurdular: Na'râ vurmak gaflet alâmetidir. Zirâ sâlik ma'nâya erişip huzur hâsıl edince, na'râ vurmaz. Eğer her zaman hâzır olsa hiç na'râ vurmaz. Belki devamlı huzûr ve âgâhı, fenâ ve şuursuzluğu mûcibdir. O makamda na'râ vurmak olmaz. Na'râ vuran, ateşe atılmış yaş ağaç gibidir. Onda yaşlıktan eser [su] oldukça, ateşte ses çıkarır. 

Beyt:

Köpüklenip taşıp, atma kapağını ey derviş, 

Ne kadar kaynasan da, sabret, kemâle eriş.


Ruba'î:

Aşkın evâilinde çok ahü zâr eylerdim, 

Komşuyu uyutmazdım, ne akşam, ne de sabah, 

Yandıkça aşk nârına, ah azalsa aceb mi?

Taze odun yandıkça, duman azalır her gâh.

[Reşahât,sf: 266-267]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten. 


Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.

Arkadaş seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar

 Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz, berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı ve O'nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır. Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.


İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.


İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü arkadaş ise, bunun tersini yapar.


Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok fenâdır.


Ahmed Namıki Câmî hazretleri

Hâl ve Makam

 Şunu da arz edelim ki, sofiyye ıslahında hâl, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sırf mevhibet ve inâyeti ile hâsıl olan bir vâridattan ibârettir. Hâl sâhibinin, onun gelip gitmesinde bir müdâhalesi asla olmaz. Üzüntü, neşe ve kabz ve bast gibidir. 

Hâlin şartlarından biri de, elbette zail olup, hemen arkasından onun benzeri bir keyfiyet vârid olur. Ama hâl,sâlikin mülkü olup sâlik onda sâbit ve berkarar olursa [yerleşirse] ona makam derler. 

Makam, bu tâifenin dilinde, ilâhî mertebe ve menzillerden sâlikin mülk edinip, kendi tasarrufu altına aldığı zevâl kabûl etmeyen dereceden ibârettir. O hâlde hâl, sâlike galib olana ve sâlikin tasarrufunda olmayana, belki sâlikin vucûdu onun tasarruf yeri olana denir. Makam ise, sâlikin mülk edinip, tasarrufu altında olana denir. Bu bakımdan sofiyye-i aliyye (kaddesallahü teâlâ esrarahüm): "Hâller mevâhib [ihsân] kabilindendir, makamlar ise çalışarak kazanılır" derler. 

(Reşahât,sf: 281)

On şey son nefeste imansız gitmeye sebep olur

 On şey, son nefeste imansız gitmeye sebep olur.Birincisi,Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenmemek,ikincisi,imanını, Ehl-i sünnet itikadına göre düzeltmemektir evladım.Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak. İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyet etmek ve Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek.İmansız ölmekten korkmamak, beş vakit namazı vaktinde kılmamak, faiz alıp vermektir.Bir de dinine bağlı olan Müslümanları aşağı görmek ve fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak.

(Emir Hüsrev Dehlevi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Aşağılık fikrinden silkinmeliyiz

“Aşağılık fikri, bir musallat illet gibi dört elle yakamıza yapışmış. Silkinmek ve yakamızı bu kahredici pençeden kurtarmak boynumuza borçtur. En küçüğümüzden en büyüğümüze en âlimimizden en cahilimize kadar hepimizin dilindeki pelesenk kafasındaki sabit fikir 'Biz adam olmayız. Almanya şurada, Japonya burada Amerika zirvede vs.' kanaatidir. İncir çekirdeğini doldurmaz rahatsızlıktan en ciddi meseleye kadar her şey sebep olarak bizim adam olmayacağımız tezine bağlanır. Bu yanlıştır. Biz bu mendebur hükme müstahak değiliz. Milletimiz, gençlik kendine itimat şuuruna kavuşturularak yabancılar önünde mahcup, küçük ve kekeme hâlden kurtulmalıdır...


Son 250 senedir ne gün başımızı dinleyecek beş dakikamız, nefes alacağımız bir an oldu ki eski şan ve şeref dolu günlerimizdeki gibi her sahada yıldız ilim adamları, sanatkârlar, öncü insanlar yetiştirelim. Üç gün, beş gün aylar değil asırlarca haçlısıyla, Rus'uyla haini ile vuruştuk. Sahibi olduğumuz bir inancı muhafaza aşkına tırpan atılan buğdaylar gibi toprağa devrildik. Bela çekirgeleri gibi üstümüze yağdılar. Zaman fırsat imkân kalmadı ki okuyalım, yetişelim, çevremizi seçelim. Ufkumuzu kararttılar. Bu şartlara rağmen bu millet hâlâ ayakta ise daha ne istenir?Bahsettiğimiz gerileme çağında ancak iki kere insan yetiştirecek imkânımız oldu. Birincisi Sultan Hamid saltanatındaki uzun sulh yıllarıdır. Devlet, her şeye rağmen harbe sokulmamış, ilim ve irfan yuvalarına yenileri eklenerek gençliğin kültür seviyesi yükseltilmiş, ilim adamları çoğalmıştır. Ancak bu nesil, bu padişahtan sonra patlak veren Balkan, Birinci Cihan ve İstiklal Harplerinde cephelerde eriyip eriyip gitti. Birinci Cihan felaketinde şehit olanlar içinde o devirde yetişmiş olan yedek subaylar çoktu. Bunun manasını iyi düşünmek lazım. Otuz ila elli sene arasında yetişen bu insanları toprağa gömdükten sonra aynı çapta bir yetişkinler kadrosunun gelmesi tabii ki yine bir yarım asra bağlıydı. Bu sebeple harpsiz geçen son 60 senenin semeresi yani yeni yeni alınmaya yüz tutmuştur. Türkiye 21. asra savaşa girmeden intikal ederse o asrın başında birçok şeyi halleden iyi bir imkâna sahip olacaktır. Elli yılı geçen bir zamanda harbe girmemiş olmanın nimetlerini bundan sonra göreceğiz. Bu yüzden çok meslekte dağlardan, derelerden akan sular barajlar meydana gelmiştir. Sevinilecek husus, göç edecek kadar ilim erbabımızın varlığıdır. Yapılacak olan; devlet, hür teşebbüs, basın yayın ile bu beyin varlığımıza sahip çıkmaktır..."


Dr. Enver Ören ~ 16 Eylül 1985 Türkiye Gazetesi

İman nedir?

 ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, îmândan değildir. Fakat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka türlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi’î “aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fakat, burada da, şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.

Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız iman şerefine kavuşmadan ölenlerdir.. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak sen koruyabilirsin.

(Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabından alıntı)

EĞRİ SEFERİ VE ŞEMSEDDİN SİVASİ HAZRETLERİ

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp;


"Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.


Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. 


Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben:"Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu. 


Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi. 


Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. 


Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu. Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. 


Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; 


"Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. 


Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. 


Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilirse, hezîmet zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun."Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. 


Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. 


Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. 


Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.


[Vehbi Tülek]

Siz sadıksınız

 Kâdî Yahyâ bin Eksem hazretlerinden rivâyet olundu. Vefâtından sonra rüyâda görülüp de süâl olundu ki, Hak teâlâ sana ne mu’âmele eyledi.


Yahyâ bin Eksem, (Allahü teâlâ beni manevî huzûrunda durdurdu;


Ey Şeyh-i Sû [ya’nî fenâ ihtiyâr]! Sen şunu ve bunu işlemedin mi? buyurdu.


Allahü teâlânın yapdıklarımı bildiğini anladığım zemân, beni korku kapladı ve;


Yâ Rabbî, böyle suâl soracağını bana dünyâda bildirmediler, dedim.


(Sana nasıl bildirildi) buyurdu.


Ben de,

Bana Mu’ammer, İmâm-ı Zührîden, o da Urveden, o da Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ”dan, O da hazret-i Peygamberden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, O da hazret-i Cibrîlden, O da Zât-i teâlâdan haber verdiler;

Raûf ve rahîm olan Allahü teâlâ, (Ben azîmüşşan, islâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekden hayâ ederim) buyurdu; dedim.


O zemân Allahü teâlâ buyurdu ki,


(Sen ve Mu’ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed (aleyhisselâm) ve Cibrîl sâdıksınız. Ben de seni mağfiret etdim.


Kıyâmet ve Âhiret

Onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ebû Hûreyre rivayet ile, (RA) Fahr-i kâinat sallâhü aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki: Hak teâlâ hazretlerinin, bir bölük melekleri vardır. Bu melekler, yeryüzünde yollarda tavaf ederek, doğudan batıya seyrederler ve zikir, ehlini arayıp, bulmak ve onları ziyaret etmek isterler. Zikir ehlini bulunca, bir müddet dinleyip gelin aradığımız bunlardır diye birbirlerine seslenirler. Gelirler ve zikreden bu topluluğu semaya kadar kanatlarıyla kuşatırlar. Zikir meclisi dağılınca, bu melekler de makamlarına yükselirler.  


Hak teâlâ hazretleri, o meleklere:

 — Nereden geliyorsunuz? diye sorar. Halbuki, o gizli ve aşikâr her şeyi bilen ulu padişahtır. Meleklere bu sorusu, melekleri konuşturup zikir ehlini tâ'zim edip yüceltmek içindir. Zikir ehlinin makam ve mertebelerinin yüceliğini bildirip açıklamayı murat buyurmuştur. O Allâm-ül guyub padişah sorar:  

—Kullarım ne işler yapar ve ne söylerler.  

Melekler cevap verirler:  

— Yâ Rabbî Sana hamd ederler, tesbih, tehlil, tekbir ve temcid (tâ’zim) ederler. 

— Onlar beni gördüler mi?  

— Vallahi onlar seni görmediler,  

—  Beni görseler; halleri nice olurdu? 

— Seni görseler halleri daha güzel olur, daha çok ibadet ve tâat yaparlardı.  

— Onlar benden ne dilerler?  

— Onlar, senden cennetini isterler.  

— Onlar cenneti gördüler mi?  

— Hayır Yâ Rabbi vallahi, görmediler. Eğer görseler daha çok tâlip olurlardı ve rağbet ederlerdi. Onlar neden korkarlar?  

— Cehennemden korkarlar.  

— Onlar cehennemi gördüler mi? 

— Hayır Yâ Rabbi vallahi, görmediler.  

— Onlar cehennemi görselerdi, halleri nice olurdu? 

— Cehennemi görmüş olsalardı, daha çok korkarlardı.  

— Ey meleklerim, tanık olunuz ki ben onları bağışladım. Hepsine istediklerini verdim, onları korkularından emin edip kurtardım.  

— Yâ ilâhi! Onlarla birlikte bulunan falanca kulun, onlardan değil di. Bir ihtiyacı dolayısı ile o meclise gelmiş ve onlarla birlikte oturmuştu. 

Diğer bir rivayete göre de o kişi tesadüfen o meclise katılmıştı derler.  

— Onlar, öyle bir topluluktur ki, onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar, onun için o günahkâr kulumu da zikir meclisinde bulunduğundan dolayı bağışladım.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Mü'minin simasından nur akar

 Kâfirin simasından zulmet akar, müminin simasından nur akar. Müminin yüzünü görenin içi aydınlanır . Kâfirin yüzüne bakanın da kalbî taşlaşır, granitleşir, simsiyah olur. 

(Hüseyin Bin said hazretleri)

İnsanların en kıymetlisi kimdir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma sormuşlar, *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. İki kelimeyle cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: 


*Men teallemel ilme ve allemehû*. Yâni, ilim öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de öğretecek. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *Kitap* vermek demek, *Öğretmek* demekdir işte. Peygamber Efendimizin müjdesi bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap* vermekle. Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına yayana. 


Allaha yaklaşmak demek, Allahın *Sevgisi* ne, *Rızâsı* na kavuşmak demekdir, bunu öğrenin kardeşim. Çoğu âlimler bile bunu anlıyamamış.


Allahı, bir mekânda oturuyor zannedip, yanına gitmek sanmışlar. *İbni Teymiyye* de o kadar büyük âlimken, bunu anlıyamamış. 


Büyükler buyuruyorlar ki: *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır*. Yâni hâli ile, tavrı ile, yaşayışı ile anlatılan, ağız ile, söz ile anlatılandan daha *Te’sîrli* dir. *Lisân-ı hâl* derler ona. 

********

Cenâb-ı Hakkın lütfu, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin himmetleri ile, bu *Sarıyer*’deki şu evde oturmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Kırk sene önce, *Abdülhakim Efendi* hazretleriyle şu karşıdaki deniz kenarında berâber otururduk.


O zaman, yâni *Kırk sene* önce, görmüşlerdir, bizim şimdi, şu anda burada oturacağımızı. Ruhlar için zaman yok çünkü. *Zaman*, bu dünyâda var. *Rûh* âlemi nde zaman yokdur. 


Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde *Hazret-i Osmân* ın radıyallahü anh koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân, kaç bin sene sonra *Cennete* gidecek. 


Ama Peygamber Efendimiz, *Mîrac* da gördü Onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar tâ o zaman, kırk sene önce, görmüşlerdir bizim şimdi burada, bu *Balkon* da oturduğumuzu. 

********

İşin esâsı, *Sevgi* dir, *Muhabbet* dir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, onunla berâber haşrolunur*, buyuruyor. 


*Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin yanında dünyâyı unuturdum, yanından ayrılamazdım. Sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyâyı yeniden görüyor gibi olurdum. 


*Ne tatlı günlerdi yâ Rabbî!* Allah, onların sevgisinden ayırmasın bizleri. Zâten onlar, bir insanı severse, o da o zâtı severmiş. *Büyükler* öyle buyuruyor.

Kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

SÛFİLER 

Enes bin Malik radiyallahu anh buyurur ki:  

Bir kişi, huzur-u Resûlullah'a geldi ve dedi ki:  

— Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır?  

Efendimiz, kendisine cevap vermediler ve kalkıp namaza durdular. Namazdan fariğ olunca buyurdular:  

— Kıyameti soran kimdi?  

Soru sahibi cevap verdi:  

— Ben idim yâ Resûlallah!  

— Ey kişi, kıyameti sorarsın; ne hazırladın o gün için?  

— Çok namaz ve oruçlar hazırladım. Hem de ben Allah ve Resulünü çok severim. Efendimiz, saadetle buyurdular: Kişi, onun ameli ile amel etmese de sevdiği ile beraberdir.  

Yani, kişi kimi severse, onunla haşr olunacaktır. 

Çünkü, gönülleri arasında yakınlık vardır. Bu Hadis-i şerifle, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, Salihleri ve hayırlı kişileri sevmeyi ve onlardan ayrılmamayı teşvik buyurmuşlardır. O kişiye: Sen, sevdiklerinle berabersin ve onlarla haşr olacaksın, demişlerdir. Yani, kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun, demek olur. Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyururlar ki: “Müslümanlar, imân ve İslâmdan sonra bu habere sevindikleri gibi hiçbir şeye sevinmediler.”

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben subayken, askeriyede yirmi sayfalık bir *Kitap* dağıtdılar. Kitâbın ismi, *Benim Dînim*. Okudum, *Âmentü* nün açıklaması, manzum tarzında yazılmış. 


Hoşuma gitdi, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine getirip gösterdim. *Oku bakalım!* buyurdular. Bir sayfa okudum, biraz durdum. Acabâ sıkılır, yeter der mi, devâm etdirir mi diye. 


Yine *Oku!* buyurdular, bir sayfa daha okuyup durdum. Yine *Oku!* buyurdular. Böylece kitâbın hepsini okutup dinlediler. Merak ettim, ne buyuracak diye. 


Mübârek hepsini dinleyince; *Hepsi doğru, tek kelime yanlış yok. Ama bunu okuyan zehirlenir!* buyurdular. Ben anlıyamadım tabii. Anlamadığımı görünce, îzah ettiler ve tekrar buyurdular ki:


*Çünkü yazarı habîsdir. Satırları arasından habîs rûhunun zulmeti yayılıyor, her satırından zehir akıyor. Bu zehir, kalbi öldürür. Onun için her kitâbı okuma!* buyurdu 

********

*Müslümân* ın yüzü insana ferahlık veriyor. İnsan bir müslümânı gördü mü, rahatlıyor, ferahlıyor. Niçin? Çünkü kalbinde *Îmân* var. Îmânın *Nûru* rahatlatıyor insanı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini ilk gördüğüm zaman onsekiz yaşındaydım. Câmiden çıkarken ne dedi bana biliyor musunuz? Daha ilk görüşte. İlk görüyorum. O da beni ilk görüyor.


Yanıma geldi ve *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için 20 sene, 30 sene, 40 sene hizmet etmek lâzım. *Sevsin* diye, 40 sene hizmet edecek. 


Beni ise, daha ilk görüşte, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü kalpleri okur onlar. *Bizim evimiz yukarda mezarlık içinde, arada bir gel de görüşelim*, dedi. 


Ben de; *Baş üstüne*, dedim. İşte o günden beri Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık, çok şükür. Daha sonra bana yazdığı bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak!* buyurdu. 


Mübâreğin el yazısı. Onu evde saklıyorum. Ondört senedir, yedi sene *İstanbul*’da, yedi sene de *Ankara*’dan gelir ve sohbetiyle şereflenirdim. 


Velhâsıl evliyâ zâtlar, insanların kalbini *Görür* ve içini *Okurlar* efendim. Hattâ *Cevâsîs-ül-kulûb* dur onlar, yâni kalplerin câsuslarıdır, insanın ne düşündüğünü anlarlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç yüz bin dinarlık şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket.


Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Ben bu kitaplara önrümü verdim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben bu kitaplara, ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar okusun, istifâde etsin diye, Rafda dursun diye değil. Hem bu kitaplar, benim değil ki.


*Büyükler* in sözleri. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgiler. Her cümlesi *Pırlanta* gibi bunların, okuyana müjdeler olsun. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Benden sonra din adamları yetmiş üçe ayrılacak, bunların bir tânesi Cennete gidecek, geri kalan yetmiş ikisi Cehenneme gidecek*. 


Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm; Yâ Resûlallah, o bir fırka kimlerdir? Cennete gidecek olan din adamları nasıl olur? diye sordular.


Peygamber Efendimiz; *Onlar, benim ve eshâbımın yolunda olanlardır*, buyurdu. Arabîsi şöyle: *Hüm alâ mâ ene aleyhi ve eshâbî.* Peygamber aleyhisselâmın cevâbı bu. 


Onlara, ehl-i sünnet vel-cemâat denir. *Ehl-i sünnet* demek, Peygamber aleyhisselâmın yolu demek. *Vel-cemâat* demek, eshâb-ı kirâmın yolu demek. 


*Ehl-i sünnet vel-cemâat*, Peygamber aleyhisselâmın yolu ve O’nun eshâbının yolu. İşte bunlar Cennete gidecekler. 


Geri kalan 72 si, bu yoldan sapıtmış, İslâm âlimi geçiniyor. *Bunlar islâm âlimi değildir*, diyor Peygamber Efendimiz. Peki nedir bunlar?


Bunlar, *Lüsûs-u din* dir. Yâni din hırsızlarıdır, îmân hırsızlarıdır. *Bunlar, ümmetimin dînini, îmânlarını çalacaklar!* buyuruyor. 


Onun için esas yol, ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur. Yâni bizim *Kitaplar* dır. Bizim kitaplar çok kıymetlidir. Neden kıymetlidir? Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır. 


Bizim, bir *Satır* bile yazımız yok, onun için kıymetlidir. Bir gün gelecek ki uyanacağız. Ne vakit uyanacağız? Kabre girince. 


*En-nâsü niyâmün. Feizâ mâtû intebehû*. Yâni insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Gaflet uykusundan uyanırlar. 


*En-nâsü niyâmün*. Yâni insanlar uykudadır, gaflettedir. *Hayr* dan  *Şer* den haberleri yok. Ama, *Feizâ mâtû*; ölünce, kabre girince, *İntebehû* uyanacaklar, silkinecekler.


O zaman; *Eyvâh, böyle değilmiş, bizim zannetdiğimiz gibi değilmiş, meğer aldanmışız!* diyecekler, gafletten uyanacaklar. Ama o uyanmanın hiç faydası olmıyacak.

Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak yedi derecedir

 Birincisi, ahkâm-ı islâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tâbi’ olması, bu derecededir. Bunların nefisleri îmân etmemişdir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.

İkincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün sözlerine ve âdetlerine uymak ve kalbi kötü huylardan temizlemekdir. Tesavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.

Üçüncüsü, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunan hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi’ olmakdır. Bu derece, tesavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ’at eder ve bütün ibâdetler, hakîkî ve kusûrsuz olur.

Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayırlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilimli âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ma’nâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün Peygamberlerin Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, böyle idi. Hepsinin nefisleri îmân etmiş, mutmainne olmuşdur. Böyle tâbi’ olmak, yâ tesavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ bütün sünnetlere yapışarak bütün bid’atlerden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler kayb olmuşdur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde kalmışdır. Bid’atler, âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan şeyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavuşmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir. Bu yola, tarîkat denir. İlk asırlarda, sünnetlerin hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa lüzûm yokdu.]

Beşincisi, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi’ olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lutf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bu ümmetin pek az büyükleridir.

Altıncısı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet ve ma’şûkıyyet kemâlâtına tâbi’ olmakdır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûsdur ve lütuf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.

Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi’ olmasıdır. Tâbi’ metbû’a o kadar benzer ki, tâbi’ olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gibi, aynı kaynakdan, herşeyi alır

(Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabından alıntı)

Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?

Sûfi nedir?

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Îmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh hazretleri buyururlar; 

— Zâhir âlimlerinin ilimleri çalışarak kazanılır. Sûfilerin ilimleri ise keşfidir.   

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh de buyurur.  

— Biz, tasavvufu Kıylu Kâl’den almadık. Alışkanlıklarımızı ve beş duyumuzu terk ederek aldık. Hak teâlânın aşk ateşi ile yanıp kemale ererek aldık. 


Şu hâlde, Sûfi ve Sûfilik denilen şey, kötü huyları terk edip iyi ahlaka sahip olmak, güzel sıfat ve edepler le süslenerek "ZÜHD" (dünyaya rağbet etmemek) halini yaşamakla olur.


Kimi irfan ehli buyurmuşlardır ki, 

SUFİ adı dört harften ibarettir: 

Sad – Vav – Fe - Ye. 

Sad: Sefa’dan, 

Vav: Vefa’dan, 

Fe: Fena’dan, 

Ye: Yakin’den.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

DÜNYA, ÖLÜM, CENNET, CEHENNEM

Ey aziz. Cennet ehli, İsrafil aleyhisselâmın sûrunu işitince, uykudan uyanır gibi uyanırlar ki, melekler ellerinde altından taçlar ve ipekten hülleler baş uçlarında onları beklemektedir. Buraklarını da hazırlamışlardır. Eğerleri nurdan ve yeleleri misk ve anberdendir. 


Melekler derler ki: “Ey mü'minler! Geliniz ki, bugün mahşer günüdür işte taçlarınız, işte hülleleriniz ve işte binekleriniz olan Buraklarınız. Bunları giyinin, başınıza taçlarınızı takın, Buraklarınıza binin ve huzur-u ilâhiye varın. 


Bugün Allahu teâlâ kadı olmuştur. Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, şefaatçi olmuştur. Allahu teâlânın adalet terazisi kurulmuştur. Cennet sağ yana ve cehennem sol yana konulmuştur. Sırat köprüsü, cehennemin üstüne gerilmiştir. Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, alemini mahşer yerine dikmiştir.


Ey nefse zebun olmuş zavallı! Ey şeytana esir olmuş biçare! Ey dünyanın beş on günlük fâni zevk ve lezzetlerine aldanarak, o ebedî saadetlerden ve hoşluklardan mahrum kalmış akılsız! Senin misalin şu ite benzer ki, Daha önce başka köpekler tarafından kemirilmiş irice bir kemiği, ağzına almış kemirmeye çalışır ve kimseyi bu kemiğe yaklaştırmazsın evet, sen de bu dünya kemiğini öyle kemirir ve sanırsın ki, senden önce kimseye verilmemiştir, yalnız sana verilmiştir ve hep sende kalacaktır. Oysa, o dünya kemiği senden önce gelip geçenlerden arta kalmıştır. Sen ise, o kemiği ağzına aldın ve öyle sevdin ve beğendin ki, Hak Teâlâ’yı dahi unuttun.  


Ey gafil: Bir gün Azrail aleyhisselâm gelir, ansızın ensene öyle bir sille vurur ki, o kemirdiğin kemik ağzından fırlar, gider. Alırlar o kemiği ve bir başkasına verirler. Sen bakakalırsın. Seni de bir karanlık çukura bırakır ve giderler. Orada, amellerinle baş başa yalnız kalırsın, öyle ise, Azrail aleyhisselamın sillesi ensene inmeden, kemik kendiliğinden ağzından fırlamadan, o murdar kemiği kendin bırak, var git taatle (ibadetle) meşgul ol. Halka musibet gelince, sana düğün bayram olsun.


Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri’nin (ks)

Müzekk-in Nüfus eserinden alıntıdır.

İnsan için üç dürlü hayât vardır

 *Bismillâhirrahmânirrahîm*

*Dünyâ, kabr, âhıret hayâtı*. Dünyâda, beden rûh ile birlikdedir. 

*İnsana hayât, canlılık veren rûhdur*. Rûh bedenden ayrılınca, insan ölür. 

Beden mezârda çürüyüp, toprak olunca veyâ yanıp kül olunca, yâhud yırtıcı hayvan yiyip yok olunca rûh yok olmaz. Kabr hayâtı başlar. 

*Kabr hayâtında his vardır, hareket yokdur*. Kıyâmetde bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikde Cennetde veyâ Cehennemde sonsuz yaşarlar.


*İnsanın dünyâda ve âhıretde mes’ûd olması için, müslimân olması lâzımdır*. 

Dünyâda mes’ûd olmak, râhat yaşamak demekdir. Âhıretde mes’ûd olmak, Cennete gitmek demekdir.

Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, mes’ûd olmak yolunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına bildirmişdir. Çünki insanlar bu se’âdet yolunu, kendi aklları ile bulamazlar. Hiçbir Peygamber kendi aklından birşey söylememiş, hepsi, Allahü teâlânın bildirdiği şeyleri söylemişlerdir. 


*Peygamberlerin söyledikleri se’âdet yoluna (Din) denir*. 

*Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne (İslâmiyyet) denir*. 

Âdem aleyhisselâmdan beri binlerle Peygamber gelmişdir. 

*Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır*. 

Diğer Peygamberlerin bildirdikleri dinler, zemânla bozulmuşdur. 


*Şimdi se’âdete kavuşmak için islâmiyyeti öğrenmekden başka çâre yokdur*. 

İslâmiyyet, kalb ile inanılacak (Îmân) bilgileri ve beden ile yapılacak *(Ahkâm-ı islâmiyye)* bilgileridir.


*Şevâhid-ün Nübüvve*