MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Uzlet, bilindiği gibi bir tarafa çekilme, tenhada oturma, inziva demektir. Şimdi ey kardeş: Bu halktan uzlet edip, kesilmek gerektir. Zira halktan kesilmeyen kişi, dilini, dinini, karnını ve gözünü sözün kısası yedi azasını koruyup kollayamaz. Bütün bu azaların şerre yönelmesinde halkın teşviki ve tesiri çoktur. Kişi, halkın arasına karışınca, elbette onlara uymak zorundadır. Eğer, uymaz ve karşı koymağa kalkarsa, düşman olurlar, asla rahat bırakmazlar ve insanı incitirler. Onun için, halktan uzlet gerektir, diyoruz. Birçok âfetler de halka karışmaktan hâsıl olur.
Bu sebeple arifler: (Halk ile yol arkadaşı olan, ateşle yol arkadaşı olmuş gibidir,) demişlerdir. Ateşle sohbet ne ise, halk ile sohbet de odur. Gerçi, ateşin insana bazı yararları da vardır ama dikkat edilmezse insanı birden yakar. Yukarıda da bahsettik, görmedin mi dedikodu bile insanlar arasına karışmaktan ileri geliyor. Yalancılık, riyâ, kibir, nifak ve hased de hep insanların karışıp kaynaşmalarından meydana gelir. Bu ve buna benzer ne kadar yaramaz fiiller ve hareketler varsa, hepsi insanlarla karışıp kaynaşmanın mahsulüdür. Şu hâlde, selâmet uzlettedir. Kişi, halvette oturmayınca Mevlâya erişemez, Mevlâ ile muameleye yol bulamaz, özellikle, şimdiki zamanda halktan uzlet lâzımdır.
Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Âhir zamanda, öyle bir zaman gelecektir ki, dünya için vâ'az-ü nasihat eden hatipler çoğalacaktır. Bunlar, ağızlarına geleni söyleyecekler ve bu sözlerini Allahu teâlâya ve Resulüne isnâd edeceklerdir.”
Bu hadis-i şerifin meali münifi ve yorumlanması da şudur: O zaman, gerçek âlimler çok az olacaktır. Bu âlimler, bu zalimleri defe muktedir olamayacaklardır. Şarlatanlar, minberlere ve kürsülere çıkıp bu âlimleri övdükleri için, âlimler 'de oturdukları yerde susacaklardır. Yine o zaman, dilenciler çoğalacak fakat vericiler çok az olacaktır. O zamana yetişenler, sakın halkın arasına karışmasın ve bir kenara çekilerek uzlet etsin.
Şimdi ey aziz kardeş:
Biz, şunu muhakkak olarak biliriz ki; seyidimiz, peygamberimiz, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve-sellem, mahbub-u hazret ve şefi-i ümmettir. Bize, annemizden ve babamızdan daha çok şefkatli ve merhametlidir. Böyle olduğuna göre bize gerekli olanı elbet O bizden iyi bilir. Mademki, O böyle buyurmuştur, biz de O’nun sözüne ve öğütlerine uymak zorundayız. Resûl-ü zişân, halktan uzlet edilmesini, insanlar arasına lüzumundan fazla karışıp kaynaşılmaması lâzım geldiğini beyan buyurduklarına göre, mutlâka bu Hadis-i peygamberiye uymalıyız.
Zira, bu Hadis-i şerifi beyan buyurduktan sonra, aleyhissalâtü vesselam efendimizden sordular:
— Yâ Resûlallah! O buyurduğunuz vakit ne zaman gelir?
Sultan-ı Enbiyâ efendimiz saadetle buyurdular:
— Ne zaman ki, ilme çalışanlar ve ilim öğrenenler nefisleri hevâsı için, yani dünya ululuğu, izzet ve makam için, kadı veya müderris olmak için, bu sayede dünya nimetlerine ermek için ilim tahsil ederler ve ilmi nefislerine âlet ederler, ilimlerini Allâh kapısına varmağa sebep kılmazlar, belki dünya beylerinin ve paşalarının kapılarına varmağa vesile ederler. O zamanın beyleri ve paşaları da ilmi ve ilim ehlini hor görmeye başlarlar.
O zamanın âlimlerinin en dindar görünenleri bile ilimlerini dünyaya satarlar, fakirlere şefkatleri olmaz, mescitlere giden yollar ve mescitler boş ve meyhane yolları ile meyhaneler dolu olur. Eğlence ve sefahat yerleri çoğalır. Şimdi, insaf ve basiret ile düşünülecek olursa, muhakkak ki şimdiki zaman, işte o zamandır. Topluluğu da işte bu topluluktur.
Biz, görebildiğimiz kadar görür dururuz ki, bu topluluğun şerri günden güne artmakta ve hayırları azalmaktadır. Hal böyle iken, neden onların arasına karışıp kaynaşmalı, onlar gibi yolu şaşırıp, onlar gibi neden ateşe düşmelidir?
Gördün ve duydun, nice azizler ittifak ettiler, halk arasından çekilip çıktılar, kimisi dağlara, kimisi mağaralara sığındılar. Yani, halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçtılar, uzaklaştılar. Oralarda, ibadet ve tâat ile meşgul oldular ve kendilerine mürit olan yârenlerine de vasiyet ettiler ki, aslandan kaçar gibi halktan kaçsınlar ve uzaklaşsınlar.
Halktan kaçarak mağarada uzlet edenlerden birisi de Şeyh Süleyman-ı Dârani rahmetullahi aleyhtir. Müritlerine vasiyeti şudur: Aslandan kaçar gibi, halktan kaçın ve uzaklaşın. Ayrıca şu nasihatte de bulundular: “Birkaç yerde, halkın arasına karışabilirsiniz: Vakit namazlarında cemaate iştirâk edebilmek için, cuma ve bayram namazlarını kılmak için ve bir de cenaze namazı kılmak için, halkın arasına karışınız. Başka vakitlerde asla destur yoktur.”
Bütün meşâyih, diğer vakitlerde halkın arasına karışılırsa, Haktan mahrum kalınacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurur: “İnsanların arasına karışan, onlara karşı yumuşak davranınca riyaya kaçar. Kim riyaya karışırsa şirke düşer.” Bu hadis-i şerifle amel etmek gerektir.
Şeyh Süfyan-ı Sevri rahmetullahi aleyh buyurur ki:
— Vallahi, şimdiki zamanda uzlet etmek helâldir. Halka karışmak ise haramdır. Zira, halk dalâleti öylesine arttırdı ki, aralarında haram olan helâl gibi kullanılır oldu.
Îmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de buyurur ki:
— Şimdiki zamanda uzlet etmek farzdır. Delili ve hücceti de işte bu âyet-i kerimedir: “Sizi ve Allahu teâlâdan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum.” (Meryem Suresi: 48)
Îmam-ı Gazalî, bu sözü söyleyeli beş altı yüz yıldan ziyadedir. Şimdiki zaman ne halde ve ne mertebededir, var sen kıyas et!
Şimdi aziz:
Bu halktan sana hiç fayda yoktur. Bu halka karışınca, onlara karşı gelmekten vazgeçmek ve onlara uymak lâzımdır. Oysa, bunların fiilleri kavillerini tutmaz. Eğer, onlara muhalefet etmezsen, Allâhu teâlâya âsi olmuş bulunursun. Muhalefette bulunursan, sana düşmanlık ederler, incitirler.
Senin de o derece kemalin yoktur ki, bunların zahmet ve mihnetlerine tahammül edebilesin. Yani, nasıl olsa sabredemez ve onları suçlarsın, beddua edersin, bu defa da bir başka türlü isyan etmiş olursun.
Şu hâlde bunun çaresi, bunlardan uzlet etmektir. Seni yoktan var eden, sana rızkını veren o ulu sultanın kapısına sığınmaktır. Diğer bütün fâni kapılardan elini ve eteğini çekmektir. Dost kapısına ihlâs ile komşu olunca, her günün bayram ve her gecen kadir olur. İki cihanda selâmet bulursun.
Velilerin sultanı Hazreti Veysel Karâni radiyallâhu anh buyurur ki: “Sana vahdet gerektir. Selâmet, vahdettedir.” der. Şeyh Cafer-i Sadık radiyallâhu anh buyurur: “Zaman fesatlaştı ve kardeşlerin halleri değişti. Şimdi susmak ve evine çekilip oturmak zamanıdır.”
(RESUL-İ EKREM'İN HIRKASI)
Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, son demlerinde mübarek hırkalarının Veysel Karâni’ ye verilmesini vasiyet buyurdular. Âlem-i cemale intikallerinden sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali radiyallahu anhümâ efendilerimiz, Mübarek hırkayı Üveys'e götürdüler. Baktılar ki, bir su kenarında yarı kazmış ve kendisine in yapmış, halktan gizlenmiş, orada ibadet ediyor. Bazan da çıkıp, ıssız sahralara doğru gidiyor amma asla halkın arasına karışmıyor. Kendisini, tek ve tenha buldular ve Resûl-ü zişânın vasiyetini söyleyerek, mübarek hırkayı kendisine takdim ettiler.
Hz. Veysel Karâni: (Siz, burada durun!) diyerek, hırkayı aldı bir halvet yere vardı. Hırkayı bıraktı ve başını secdeye koydu, yalvarmaya başladı:
— İlâhi! Bu mübarek hırkayı senin Habibin bana vasiyet etmiş, giysin de ümmetimi senden dilesin, demiş, ilâhi!
Hz. Muhammed aleyhisselâmın ümmetini bağışlamayınca, ben bu hırkayı giymem. Böylece, uzun zaman yalvardı, yakardı. Hz. Ali ve Hz. Ömer, daha fazla sabredemediler ve yanma giderek:
— Yâ Üveys! Başını secdeden kaldır, bize haber ver, hal nice oldu? dediler.
Veysel Karâni hazretleri başını secdeden kaldırdı:
— Ümmet-i Muhammed'in âsilerinin üç bölüğünü bağışlattım. Tam bir bölüğü kalmıştı ki, sizler geldiniz... dedi, o mübarek hırkayı tekrar eline aldı, öptü, yüzüne ve gözüne sürdü, kokladı, bağrına bastı ve sırtına giyerek Allahu teâlâya şükürler etti, Resûl aleyhisselâma salâvat getirdi. Hz. Ömer radiyallahu anh, kendisine yaklaştı ve:
— Yâ Üveys! Bana nasihat et.
Veysel Karâni sordu:
— Bu halk seni bilirler mi?
— Evet, bilirler.
— Öyle ise, kendini halka unuttur. Allahu teâlânın seni bilmesi yeter.
— Yâ Üveys î Bana daha da nasihat et.
— Yâ Ömer! Allahu teâlâyı bilir misin?
— Elbette bilirim.
— Başka şeyleri de bilir misin?
— Evet, başka şeyleri de bilirim.
— Diğer bütün bildiklerini unut. Allahu teâlâyı bilmen sana yeter.
— Yâ Üveys! Bana bir nasihat daha et.
— Haydi varın gidin işinize, başımı karıştırmayın, dedi ve kendisi de makamına doğru çekildi ve gitti.
Bundan da anlaşılıyor ki, talip olan kişilere elbette uzlet edip halktan kesilmek ve uzaklaşmak lâzımdır.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder