Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bu Büyükler ankâ kuşu gibidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Âbiler* de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdülhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

Küfr çok çabuk yayılır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *her din Kitap*’ından öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *Âbiler*’den birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.

Beni çok sevindirdin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gece *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine gitdim, *Yağmur* yağmış, yollar çamur. Bir saat kadar geçdi. Abdülhakim Efendi hazretleri durup dururken; *Acabâ Münîr nasıl?* buyurdu. 


*Münîr* âbi, Efendi hazretlerinin oğlu, *Mekkî* Efendinin de kardeşidir. O da *Beyazıt*’ta oturuyor. Ben sessizce çıkdım hemen. 


*Eyüp*’den tâ *Beyazıt*’a, gece karanlığında ve mezarların arasından, *Koşa koşa* gidip kapıyı çaldım. *Münîr* âbi çıkınca; 


*Efendim, babanız sizi sordular, merak ediyorlar, nasılsınız, iyi misiniz?* dedim. 


O da bana; *İyiyim iyiyim, bir şeyim yok, ellerinden öperim*, dedi. Ben tekrar koşa koşa, soluk soluğa geldim.


Bakdım ki Abdülhakim Efendi hazretleri *Sohbet*’e devâm ediyor. Bana bakdılar. Ben hemen kendilerine; Efendim, Beyazıt’a gitdim, Münîr âbiyi gördüm, dedim. Efendi; *Öyle miii, nasıl buldun?* dedi. 


İyi efendim, sıhhati yerinde, bir sıkıntısı yok elhamdülillah, dedim. Efendi; *Ooh, çok râhatladım, beni çok sevindirdin*, buyurdular. İşte bu *Cümle* için gitdim. 


*Beni çok sevindirdin*. 


Size, iki emânet bırakıyorum. Biri, *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*. Kim benim duâmı *Almak* isterse, kim benimle *Sohbet* etmek isterse, kim benden *İstifâde* etmek isterse, bizim *İlmihâl*’i okusun.


Ve okutsun. Ona, *Elli* sene emek verdim kardeşim. O, bu asrın *Mürşid-i kâmili*'dir. İkinci emânetim, *Enver âbi*. Eğer *İlmihâl*’den anlamadığınız yerler olursa, ona sorarsınız.

Aslında hepimiz hastayız

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, meâlen; *Kullarımın arasında benden en çok korkanlar, beni en iyi tanıyanlardır*, buyuruyor. 


Ancak, korkmanın temelinde *Muhabbet* vardır, *Sevgi* vardır. Evet, *Seven* korkar. Ama niçin korkar? Kötülük yapar diye mi? Hayır, *Onu üzerim*, diye korkar. 


Meselâ bir talebe, *Hocası*’ndan korkar. Niçin? Bir *Hatâ* yaparım, yanlış bir *İş* yaparım da hocam *Üzülür* diye korkar. 


Eshâb-ı kirâmın hiç *Biri*, mesleğiyle veyâ zenginliğiyle anılmıyor, hâtırlanmıyor. Onların ortak husûsiyeti, *Eshâb* olmakdı. Bu da, en yüksek *Mertebe*’dir. 


*Eshâb-ı kirâm*’ın en aşağısı, kıyâmete kadar gelecek olan *Evliyâ*’ların en yükseğinden daha *Yüksek*’dir. Bizim arkadaşlarımızın da hepsi çok *Kıymetli*’dir. 


Herbiri, bir çok yönüyle *Eshâb-ı kirâm* a benzer. Arkadaşlardan herhangi birine rastlıyan, onu seven, onunla görüşen bir kimse, *Bid’at ehli* olmaz kardeşim, *Müşrik* olmaz, dünyâda da âhiretde de *Felâket*’lerden kurtulur. 

● ● ● 

Bir şey *Mutlak* olacaksa, siz onu *Olmuş* bilin. *Garip* olmak, *Mahcûb* olmak çok iyidir. Hattâ kendini *Acındırmak* da çok iyidir. Çünkü acındırmak, hastalığını *Kabûl* etmekdir. 


Hastalığını kabûl edene, *Tedâvî* kolay olur. Hastalığını *İnkâr* edene, bir şey yapamazsınız. Neden? Çünkü, *Ben hasta değilim*, diyor. Aslında hepimiz hastayız kardeşim. 


Bunu, Allahü teâlâ bildiriyor Kur’ân-ı kerîmde. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm, *Fî kulûbihim maradun*. Yâni, kalplerinde hastalık vardır. 


Allahü teâlâ buyuruyor ki: *Kullarımı ben yaratdım, kalplerini de hasta yaratdım*. Böyle buyuruyor Allahü teâlâ.

O büyükler öyle büyüktür ki

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyükler öyle *Büyük*’tür ki, meselâ *İmâm-ı Mâlik* hazretleri bir hadîs-i şerîf okuyacağı zaman, kürsüden iner, *Edeb*’le oturur ve öyle okurdu. 


Okumaya başlarken; *Kâle Resûlullah!* deyince, rengi *Sararır*, bedeni *Titrerdi*. 


Bu zamanda halk *Câhil* kardeşim, bilmiyorlar. Mezhebsizler de bu zavallıları aldatıyorlar. Bizim *Kitap*’lar sâyesinde insanlar *Doğru*’yu öğreniyor, mezhebsizlere aldanmıyorlar kardeşim. 


*Sizin kitaplar geldi, artık aldanmıyoruz!* diyorlar. Her yerden, bize böyle müjdeli haberler geliyor. Onun için Rabbimize *Şükr*’ediyoruz.  


Gençler bu kitapları alınca, okuyacaklar, anlıyacaklar. Ne büyük *Ni’met*, ne büyük *Seâdet*. Şimdi burada da mü’minler toplanmış, ne güzel şey. Acabâ dünyâda böyle bir *Yer* daha var mı? 


Ne *Güzel* yâ Rabbî! Elhamdülillah. *Mektûbât*’da birinci cildde *204*.cü mektup var. Bunu hepiniz okuyun. Yarım sahîfecik, çok *Güzel* bir mektup.


Tam bu zamana göre. *Kâfir*’lere hiç cevap vermiyeceğiz kardeşim, hiç. İşte o mektûb, bu zamana göre *Nasıl* hareket edeceğimizi gösteriyor. 

● ● ● 

*Mir’ât-ı kâinât*, büyük bir târih kitâbıdır. Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretleri bana; *O kitâbı al, oku!* buyurdu. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin emriyle aldım. Ben bu kitâbın *İsmi*’ni bile işitmemişdim. 


Bizim birâder *Sedat*, bir gün bize gelmişdi. Bana sordu: *Âbi, gazetede Çihâr-ı yâr-i güzîn kitâbından yazdığım tefrika bitiyor, ondan sonra ne yazayım?* dedi. 


Ben de düşündüm, taşındım, *Mir’ât-ı kâinât kitâbından yaz!* dedim. Neden bu kitâbı söyledim? Çünkü Abdülhakim Efendi hazretlerinin, vaktiyle bana; *Onu al, oku!* diye emretdiği kitap. 


Abdülhakim Efendi hazretleri, bana ayrıca; *Baş tarafını okuma! Baş tarafı ağırdır, ikinci kısımdan başla!* buyurmuşdu. Elhamdülillah, yol gösteren bir *Mürşid*’imiz var. 


Kim o mürşid? *Mektûbât*. Mektûbât, mürşidimiz bizim. Onun için kafamızdan *Uydurma* hiçbir şey söylemeye lüzûm yok. Sizinle müsâfeha edelim, *Tekrâr-ı hasen*’dir kardeşim.

Bu söz tam bana göre

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamberimiz aleyhisselâm; *Cemâatde rahmet, ayrılıkda azâb-ı ilâhî vardır!* buyuruyor. Ama kolayı var efendim, *Gemi*’ye bin, kurtul. Sonra da karışma başka şeye. Bu *Yol*’un esâsı budur. 


İki mü'min, Allah rızâsı için *Müsâfaha* ederse, günâhları dökülmeden o *İki el* ayrılmaz. Gelin, müsâfaha edelim de, Allahü teâlâ hepimizin günâhlarını *Affetsin* kardeşim. 


Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretleri, *Nâzik*’di Mübârek, *Kibar*’dı, ayrıca *Merhamet*’liydi. Herkes, hepimiz, gideceğimiz zaman izin isterdik. *Efendim, müsâde ederseniz gidebilir miyiz?* derdik.


O da, *Buyurun!* derdi. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî, *Sohbet*, ne tatlı şeydir. Sabaha kadar dinlesek, söyliyen *Yorulmaz*, dinliyen *Bıkmaz*. Rabbimize *Şükr*’ler olsun ki, biz de bu sohbetler sâyesinde kurtulacağız kardeşim. 


En büyük *Musîbet* nedir? En büyük musîbet, *Evliyâ-i kirâm*’dan birine tesâdüf edip de, ondan istifâde etmekden *Mahrum* kalmakdır. Bundan büyük musîbet olmaz. Bu, neye benzer? 


Bir kimse, içi *Altın* dolu bir *Hazîne*’ye rastlıyor, fakat ona sâhip olamıyor, başkalarına kapdırıyor. Hazîneye rastlıyor, ama kapdırıyor. En büyük *Musîbet* budur işte. 


Zamânımızda düşmanlar çok *Kuvvet*’li, müslümânlar ise *Zayıf*, üstelik de çalışmıyorlar. Ne demişdik? *Düşman*’da olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar *Keyf*’inde, herkes *Dünyâ* kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın *Emr*’ini düşünen ve yapan *Yok* gibi. Evet, kendisi *İbâdet* ediyor. Fakat din kardeşlerinin Fısk-ı fücûra, Zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaz! Bu çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese *Dağıt*. Bu gün, en büyük *Emr-i mâruf* nedir biliyor musunuz? *Kitap vermek*’dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah. 

● ● ● 

*İki şey* var ki, bu iki şeye, göz ne kadar çok *Ağlasa*, yeridir. Nedir bu iki şey? Biri, *Firkat-i şebâb*, öbürü, *Firkat-i ahbâb*. Ne demek bunlar?


Yâni *Gençlik*’den ayrılmak ve *Dostlar*’dan ayrılmak. Bu iki şeye, *Göz* ne kadar *Kan* ağlasa yeridir, Gençlik gidince, bir daha geri gelmez. 


*Ahbap*’dan, yâni din *Kardeş*’inden ayrılmak da öyle. Bu söz, tam *Bana göre* kardeşim. Hem *Gençlik*’den ayrıldım, hem de *Abdülhakîm* Efendi hazretlerinden ayrıldım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleriyle geliyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne kadar *Şükr*’etsek az kardeşim. Yetmişüç fırka içinde, kurtulacak olan bir *Fırka* var, o da, *Ehl-i sünnet vel cemâat* fırkası. Allahü teâlâ, bize nasîb etti elhamdülillah. 


Bu *Fırka*’da olanlar, Allahın izniyle doğrudan *Cennet*’e gidecek. Bu fırkanın mensûbu olmak, ne büyük *Seâdet* yâ Rabbî. 


Evvelâ, bizi bu *Cihâd*’a sürükliyen kuvvetli *Îmân*’ımıza şükredeceğiz kardeşim. Îmâna nasıl şükredilir? *Kad Semi’a* Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allahü teâlâ; 


*Ey Mü’minler! Ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmeniz için, birbirinizi seviniz!* buyuruyor. 


Hattâ, *Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Hele onlar da bu *Yol*’da iseler, elbette onları da böyle *Çok* seveceğiz. Bizi, bu cihâda sürükliyen *Îmân* ni’metinin şükrünü îfâ etmek için, *Hubbu fillah* ile şerefleneceğiz. 


Rabbimizin *Lutf-ü inâyet*’i, yardımı, bizlere Seyyid *Abdülhakîm Arvasi Efendi*’den geliyor kardeşim. Bütün dünyâya *Hidâyet* ve *Nûr*, Peygamber Efendimizden geldi. 


Şimdi de, Peygamber aleyhisselâmın *Vâris*’leri ile geliyor. Yâni Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretleriyle geliyor. Ben, Onun her kelimesine *Hayrân* idim. Ağzının içine bakardım.


Kalbimden; *Anlatsa da dinlesem!* derdim. Sabahleyin giderdim, sabah namâzında, tâ *Akşam*’a kadar, *Yatsı*’ya kadar, hattâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. 


Artık yatacaklar. O saatde vâsıta da yok. Ne *Vapur* var, ne *Otobüs* var. Mecbûren *Eyüp*’den *Fâtih*’e kadar yürürdüm efendim. 


Bâzen *Kar* yağardı, *Kar*’da *Kış*’da yürürdüm. Mezarlığın içinden geçerdim tek başıma. *Elhamdülillah hâzâ min fadl-ı Rabbî*. 


Velhâsıl Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, sabah namâzı vaktinde giderdim. Tâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. Efendi hazretleri hiç kimseye; *Kalkın gidin!* demezdi.

Hakikat mürşid-i kamilden öğrenilir

 Hakikat mürşid-i kamilden öğrenilir. İnsan her sözünü mürşid-i kamilden duyduğu söze dayandırmalıdır. Yoksa, benim kalbime böyle ilham oluyor demek, laf değildir.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Kitabın yazarıyla rabıta

 Kitap okuyan, yazarı ile rabıta halinde olur.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Bu kitaplar birer mıknatıstır

 Kitaplarımızı ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlıyoruz. Bu kitaplarda benim bir kelimem yoktur. Bunlar birer mıknatıstır. Mıknatıs ne kadar çok yayılırsa cevher taşıyanları kendisine çekerler. Herkes okuyacak, herkes kurtulacak zannetmeyin. Ama unutmayın ki, bu kitapları yayanlar peygamberlik vazifesini yapıyorlar. Onlar peygamber aleyhissalatü vesselamın varisleridir. Hiçbir zaman muris varisini yarı yolda bırakmaz.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Bütün dünyâ’ya, Allah’ın dînini bu kitaplar yayıyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *On* yaşındaydım. *Eyüp Câmii*’nde, bir Cumâ namâzında *Hatip efendi*, minberde hutbe arasında dedi ki: 


Abdest aldıkdan sonra, iki işâret parmağını gözüne sürüp; *Yâ Rabbî! Benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* dersen, gözüne hastalık gelmez, dedi. 


Ben bunu işitdikden sonra hep *Tatbîk* etdim, *Yetmiş sene*’dir hep böyle sürerim. 


Şimdi de, her abdest aldığımda, işâret parmaklarımı gözlerime sürüp; *Yâ Rabbî, sen benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* diyorum. Fâidesini de gördüm. 


Elhamdülillah o kadar yoruluyorum, gece yarılarına kadar *Okuyor*’um, *Yazıyor*’um, gene de gözüme *Bir şey* olmuyor. Aşırı yoruluyorum, öyle ki, *Canım çıkacak* nerdeyse.


Ama gene *Gözüm*’e bir şey olmuyor. Neden? Çünkü o öğrendiğim şeyi hep yapıyorum da ondan. Onun için, siz de *Böyle yapın!* kardeşim. 


Abdest alınca, iki işâret parmağınızı gözlerinize sürüp; *Yâ Rabbî sen benim gözlerimi hastalıkdan koru. Varsa, şifâ ihsân et*, deyin. 


Eğer gözünüzde hastalık yoksa; *Muhâfaza et*, diye duâ edin, varsa; *Şifâ ver!* deyin kardeşim. 


Elhamdülillah, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Nûr*’u, bütün dünyâya yayılıyor kardeşim. Elhamdülillah, Asyası, Afrikası, Hindi, Çini, her tarafdan çok *Mektup*’lar geliyor. 


Hayret ediyorum. Hep kitap istiyorlar, yalvarıyorlar ve; *Bütün dünyâ’ya, Allah’ın dînini bu kitaplar yayıyor*, diyorlar. Öyle yazıyorlar mektuplarında. Elhamdülillah!

Teveccüh ne demektir ?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Teveccüh* demek, *Sevmek* demekdir. Sevgiyi kimseden esirgemeyin, *Sevilmek* istiyorsanız, evvelâ *Sevme*’yi öğrenin. Kimsede hatâ, kusûr aramayın. Çünkü başkasında *Kusûr* arayan, sevgiden mahrumdur.


*Dünyâ menfaati*'ni öne süren kimse, her şeyden *Mahrum*’dur, *Allah* sevgisi var ya, o yeter, *Peygamber* sevgisi yeter. *Büyükler*’in sevgisi yeter. Bunlar varken, başka şeye ne lüzum var? 


Bir gün *Sarhoş*’un biri meyhâneden çıkmış, sallana sallana giderken, bir *Dergâh*’ın önünden geçmiş. O da, *Abdülkâdir Geylânî* hazretlerinin dergâhı imiş. İçerden tatlı tatlı *Sesler* geliyormuş. 


Sarhoşun hoşuna gitmiş, pencereler alçakmış, yanaşmış, *Başını* pencereden içeri sokup bakmış. *Zikr*’eden çocukları görmüş ve içinden; 


*Yâ Rabbî, bunlar senin ne güzel kulların, ne güzel seni zikrediyorlar*, demiş. Ve ayrılıp evine gitmiş, o gece de ölmüş efendim. Namazını kılıp defnetmişler. 


Melekler gelmişler, hesap kitap, *Günah*’ları pek çok. Alıp Cehenneme doğru götürürlerken, *Gavs-ı âzam* önlerini kesmiş, *Durun! Onu nereye götürüyorsunuz?* demiş. 


Melekler; *Yâ Gavs, biz emir kuluyuz, günâhları ağır geldi, Cehenneme götürüyoruz*, demişler. Gavs-ı âzam; *Benim talebelerime sevgiyle bakan gözleri ve o başı size vermem. Vücûdunu alın, götürün!* demiş. 


Melekler; yâ *Gavs*, hiç böyle şey olur mu, *Başı* sende, *Vücûdu* bizde? demişler. 


Gavs; *O zaman Cenâb-ı Hakka arz edin, ne buyurursa öyle yapın!* demiş. 


Arz ediyorlar, Cenâb-ı Hak; *Baş nereye, vücûd da oraya!* buyuruyor. Ve o kişiyi Cennete götürüyorlar efendim.

Kalbin tasfiyesi ve tasavvuf yolunda ilerlemek

Kalbin Tasfiyesi ve Tasavvuf yolunda ilerlemek. Kuran-ı Kerim okumanın fazileti. Kuran-ı kerime kendi kafasına göre mana verene uyulmaz.
Hüseyin Hilmi Işık Efendiyi vefatının sene-i devriyesinde (26-10-2001) rahmetle anıyoruz. Allahü teâlâ şefaatlerine nail eylesin.

Bizi seven imansız gitmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân* çok hassasdır kardeşim. Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve *Küfr*’e sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmân*’ı götürür. Bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir. 


Öyleyse *Mü’min*, rastgele yaşıyamaz. Mü’minin en büyük korkusu, *Îmân*’ını çaldırmak olmalıdır, Bizi seven, *Îmân*’sız gitmez kardeşim. Çünkü bizi seven, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini sever. 


*Efendi*’yi seven de *Seyyid Fehîm* hazretlerini sever, bu böyle Resûlullaha kadar gider. Bu yol, *Ehl-i sünnet* yoludur efendim. Ne demek ehl-i sünnet? 


Yâni Resûlullahın ve Onun eshâbının *Yolu*’nda giden demekdir, Tek kurtuluş *Fırkası* da budur. Diğer yetmiş iki *Fırka*, Cehenneme gidecek, *Îtikad* bozukluğu kadar yandıkdan sonra, çıkıp Cennete gidecekler. 


Bu büyükleri *Tanımak*, sonra *Sevmek* sonra da onlara *Tâbi* olmak lâzımdır. Bu, Allahü teâlânın bir kuluna vereceği en büyük *Ni’met*’dir efendim. En büyük *Şeref*’dir. 


Hattâ bu *Büyükler*’i tanıyıp, bu büyüklere *Muhabbet* besleyip de, başka yerlerde, başka *Şeref*’ler aramaya kalkan, açıkçası *bedbahttır*’dir. Çünkü en büyük şeref, budur. 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Eshâb-ı kirâm olduktan sonra hiçbir şeye *Kıymet* vermediler. Çünkü en büyük *Şeref*’e kavuşmuşlardı. 


Kardeşim, yalnız *Çanakkale*’de, 250 bin üniversiteli *Genç*, tıbbiye’den, mühendislik’den, bütün bu gençleri topladılar, Çanakkale’de hepsi *Şehîd* oldu. 


Neden? *Küffâr içeri girmesin* diye. Bu vatan toprağına, *Kâfir ayağı* değmesin diye. 


Ecdâdımız, dedelerimiz, hep bu *Îmân-Küfr* mücâdelesinde *Şehîd* düştüler. Velhâsıl, biz *Hazıra* konduk kardeşim. 


Ama bunun kıymetini bilmezsek, *Hesâb*’ı sorulur yârın âhiretde. O hesap da *Ağır* olur, cevâbı verilemez. Bunun da tek *Çâresi* var. Mâdem ki bu *Bayrak* bizim elimize kadar gelmişdir. 


1400 seneden beri, *Kan*’la, *Mal*’la, *Can*’la gelmişdir. Eğer bu bayrak, bizden sonraki nesle aktarılmazsa, çok *Kötü* olur.


Bizden sonraki gençlik, bizim *Evlâtlar*’ımız, *Torunlar*’ımız, İslâmiyetden *Habersiz* olurlarsa, daha doğrusu islâmiyeti doğru olarak öğrenemezlerse, *Âhiret*’te, cevâbını veremeyiz kardeşim.

O namâzı hemen iâde et!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Süleymâniye câmiinin imâmı *Şevket Efendi* vardı. Bâyezid câmiinde, Pazartesi, Çarşamba günleri *Vaaz* ederdi. Talebeliğimde, sabah namâzına bâzen Süleymâniye’ye giderdim. 


Bir sabah namâzında, Şevket Efendi bir rekâtda, *Kâfirûne* yerine, *Kâfirîne* okudu. Selâm verince, cemâatden bâzıları; *Namâzı tekrar kılalım, yanlış oldu*, dediler. 


Şevket Efendi, onlara cevaben; *İkisi de kâfirler demekdir. Mânâ değişmez, iâdeye lüzûm yok!* dedi. Birkaç gün sonra Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine geldiğimde, bunu kendilerine anlatdım.


Mübârek; *O namâzı hemen iâde et!* buyurdu. *Namaz olmadı, mânâ tersine döndü!* buyurdu. Ve şöyle îzâh etti: 


Evet, ikisi de *Kâfirler* demekdir, ama biri *Fâil*, diğeri *Mef’ûl* dür. Yâni biri *Etken*, diğeri *Edilgen* dir. 


Biri, *Kâfirler yapar!* diğeri, *Kâfirlere yapılır!* demekdir. Mânâ değişir, namaz bozulur, buyurdu.

● ● ● 

Bir kalp *Zikr* etse, o beden *Hasta* olmaz kardeşim. Kalp, kanı pompalarken; *Allah.. Allah..* diye atarsa, bütün hücreler de *Allah* der ve *Zikr* eder. Böyle olan kişi, hiç günâh işliyemez. 


İnsanlar dörde ayrılır: Birinciler, kendisine ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* eder. 


İkincisi, ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* etmez, *Sabr* eder, ama o *Belâ* nın da gitmesini ister. 


Üçüncüsü, dert belâ gelince *Sevinir*, *Râzı* olur. 


Dördüncüsü ise, dert belâ gelince ni’metlere sevinmesinden daha çok *Sevinir*, daha çok *Zevk* alır ve gitmesini de *İstemez*. 


Tatlı gelen şeyin gitmesi istenir mi? Bu, vehhâbîlere *Cevâb* dır işte. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ikiyüz sene önceden *Vehhâbî* lere cevap vermiş. Vehhâbîler diyor ki: 


Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân, Hazret-i Alî radıyallahü anhüm *Şehîd* oldular. Hazret-i Hüseyn’in, *Kerbelâ* da başına neler geldi. Bunların hiçbiri, Peygamber Efendimizden *Yardım* istemedi. 


Çünkü O, *Duymaz*, onun için *Yardım* edemez. Ehl-i sünnet olanlar, kabrlerde *Duâ* ediyorlar, *Ölü* den yardım istiyorlar, onun için *Müşrik* oluyorlar. Vehhâbîler böyle diyor.


Hâlbuki, o *Büyük* ler, bu hâllerinden *Râzı* idiler kardeşim. Ayrıca bunlardan büyük *Zevk* alıyorlardı. Hattâ *Ni’met* den alınan zevkden daha çok *Zevk* alıyorlardı. Onun için yardım istemediler kardeşim.

KALP GÖZÜ NÜN AÇILMASI İÇİN

*KALP GÖZÜ NÜN AÇILMASI İÇİN, KALBİN TEMİZLENMESİ LÂZIM*

*Sâlihler nerede, sâlihlerin Sohbet ini nasıl bulacağız? Bu, ele geçmez oldu*. O hâlde onların Kitaplarını okuyacağız kardeşim. Kitaplarını okumak da, onların Sohbeti sayılır. 
*Büyükler,hep Mektûbât okumuşlardır*.Mektûbâtı okuyan,İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Sohbet inde bulunmuş demekdir. 

Cenâb-ı Hak,Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruyor:* Yâ eyyühellezîne âmenû. Ey îmân eden kullarım! Âminû, îmân ediniz*. Ey îmân eden kullarım, îmân ediniz! Bu ne demek? Yâni, *Ey zâhiren, kısaca Îmân eden kullarım, çok ibâdet yaparak Hakîkî îmân ediniz. Îmân ın hakîkatine kavuşunuz*. Yâni gerçek Îmân edin, sâdece Lâf da kalmasın îmânınız .Demek ki, hakîkî îmâna kavuşmak nasıl olurmuş? İbâdet yaparak. İbâdet yapmanın Sebebi buymuş. 

Allahü teâlâ, niçin bize Sıcak yatakdan kalkıp, Soğuk su ile abdest almayı, uykudan kalkıp Namaz kılmayı, İbâdet yapmayı emrediyor? Gerçek Îmâna kavuşmamız için. 
Yâni Kalp Gözü nün açılması için, kalbin temizlenmesi lâzım. Kalbimizi nasıl temizliyeceğiz? Onu nasıl açacağız? O kalbin Pencere si nasıl açılır? İbâdet yapmakla. 
*Pekii ibâdet nedir? İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini Îhlâs ile yapmakdır, ihlâsla. Öyle yatıp kalkmakla Namaz olmaz ki. İhlâs lâzım. İhlâs nedir? Allah emretdiği için yapmakdır*. 

*Allah rızâsı için yapmak lâzım. Namâzın kabûl olması için üç Şart var*. 
*Birincisi, Namaz nasıl kılınır? her şeyden evvel Bunu öğreneceğiz*. Namâzın Farzlarını, Vâciblerini, Sünnetlerini, Şartlarını bilmiyenin namâzı, Namaz olmaz ki. Birinci şart öğrenmekdir, bilmekdir. Yâni, İlim lâzım. 
*İkinci şart nedir? Amel*, yâni bildiğine göre, öğrendiğine göre Yapmak. Bildiğine göre Namaz kılmak, bildiğine göre İbâdet yapmak. Biliyor, ama bildiğine göre yapmıyor. O, kendi havasında. O bilgiler Arka da kalmış. Olmaz öyle. Bildiğine göre yapacak. 

*Üçüncüsü ne? İhlâs. İhlâs nedir? Allah için yapmak*. Ancak Allahü teâlâ için ibâdet yapılır. O emretdiği için Namaz kılınır. O emretdiği için Oruç tutulur.
*Velhâsıl üç Şey çok mühim kardeşim.İlim, Amel ve İhlâs*.

*Hüseyin Hilmi bin Saîd Rahmetullâhi aleyh*

Şimdi acımak zamanı

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allah yolunda atılan adımlardan hiç endîşe duymayın kardeşim. Çünkü bu adımlar, Allah indinde *Makbûl* dür ve *Kıymetli* dir. 


Bu zamanda *Küfr* ve *Bid’at* her tarafı kaplamış, heryer felâket içinde. Küfr, *Sel* gibi akıyor. Her gün yüzlerce acâyip, bozuk, yamuk kitaplar çıkıyor. 


Dîni bozmak için *Yarış* var âdeta. *Televizyon*, hele *İnternet*, gençlerin îmânını çalmak için nice sinsi tuzaklar kuruyorlar. 


Ben, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, altıncı cüzü okuyorum. *Sûre-i Mâide* var o cüzde. Efendim, Allahü teâlâ, *Âdem* aleyhisselâma emir verdi; *Hâbil* ve *Kâbil*, birer kurban kessinler! diye. 


*Hâbil*, hayvancılık yapıyordu. Sürüsünün en *İri* ve en *Gösteriş* li koçunu seçip, onu kurban etdi. Allahü teâlâ da, onun kurbânını *Kabûl* etdi. 


*Kâbil* ise, rençberlik yapıyordu. O da, buğdayların içinden, en *Âdi* ve en *Kıymet* siz olanından bir bağ başak getirdi. Allahü teâlâ onunkini *Kabûl* etmedi. 


O zamanki âdete göre, kabûl edilen kurban, gökden gelen bir *Ateş* le yanıyordu. Kabûl edildiği böylece anlaşılıyordu. *Hâbil* in kurbanı yandı. *Kâbil* inki ise yanmadı. 


Öyle olunca, *Kâbil* feryâd etdi; *Neden benim kurbanım kabûl olmadı?* diye. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor efendim. 


Allah celle celâlüh, kendi *Rızâsı* için yapılan hizmetleri ve ibâdetleri kabûl eder. Hâbil, *Allah için* kesti. Kâbilinse, Allah rızâsı *Aklına* bile gelmedi. Cenâb-ı Hak da onun verdiğini kabûl etmedi. 

● ● ● 

Şimdi affetmek zamânı kardeşim. *Güler* yüzlü, *Tatlı* dilli olmak ve *Acımak* zamânı. *Merhamet* zamânı şimdi. 


Çünkü insanlar, *Fevc Fevc* Cehenneme sürükleniyor, felâkete gidiyorlar. *Çok Kötü*, çoook. Enver âbinin çok gidecek yerleri var.


Tevafuk oldu, *İyi* oldu, sizinle görüşdük kardeşim. Bana müsâde, Allahü teâlâ, daha çok bayramlara, *Sıhhat* ve *Âfiyet* le kavuşdursun inşallah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, ne zaman dergâha gitsem, *Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretleri, ekseriyâ *Bahçe* de olurdu ve bana; *Gel, seninle berâber oturalım!* derdi. Murtezâ Efendi’nin kabrinin yanına gider, otururduk. 


Duvar yüksek idi. Aşağıda *Cadde* var. Caddeden insanlar geçiyor. *İki* kişilik de *Yer* vardı kabrin yanında. *Efendi* ile yan yana oturup *Halici* seyrederdik. *Ne var ne yok Ankarada?* diye sorardı Mübârek. 

● ● ● 

Rabbimize çok şükür ki, bizi huzûruna kabûl ediyor kardeşim. Bu *Zulmet* zamânında, bu *Küfr* zamânında, her yere mânevî *Necâset* akıyor, *Zulmet* yağıyor. 


İşte böyle bir zamanda bizleri *Muhâfaza* ediyor Rabbimiz, elhamdülillah. En ufak bir şey, yârın *Terâzî* de, *Kefe* ye konacak. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: 


*Ve men ya’mel miskâle zerretin hayren*. Ne demek bu? Yâni bir kimse, zerre ağırlığında *Hayr* yaparsa, hayrlı bir iş yaparsa. *Yerehû*, onun karşılığını bulur. Onun *Sevâbı* na kavuşur. 


*Ve men ya’mel miskâle zerretin* Bir kimse, atom ağırlığında, yâni zerre kadar, *Şerren*; bir şer yaparsa, günâh işlerse, *Yerehû*; onun karşılığını görür, *Cezâsı* na kavuşur. 


*Cezâ*, burada *Karşılık* demekdir. Karşılığına kavuşur. Yâni fazla *Azap* çekmez. Karşılığı ne *Kadar* sa, o kadar azap görür. Yâni amellerinin karşılığını görür. 


Demek oluyor ki, zerre kadar *Hayr* işliyen, muhakkak onun *Sevâb* ına, yâni mükâfâtına kavuşur. Zerre kadar *Günâh* işliyen de, bu günâh çok küçük de olsa, affa uğramadıysa, onun *Cezâsı* na, yâni karşılığına  kavuşur. 

● ● ● 

Sabahleyin *Enver âbi* ile konuşduk bu *Cihâd* ın kıymetini. Dedim ki: Eshâb-ı kirâmdan *Hassân bin Sâbit* radıyallahü anh hazretleri var. 


O zât, câmide, minberde, kürsüde konuşur, kâfirleri *Hicv* edermiş, yâni *Kötüler* miş. Peygamber Efendimiz de aleyhisselâm onu dinler ve *Neş’e* lenirmiş. 


Bir gün buyurmuş ki: *Hassân’ın bir kelimesi, cephede 100 kâfiri öldürmekden daha sevapdır*. Bir kelimesi. Ne büyük hizmet. İşte bizim kelimelerimiz de böyle. 


Bütün dünyâdan gelen mektuplarda; *Size ve berâber çalışdığınız yardımcılarınıza duâ ediyoruz!* diyorlar. Yâni bütün dünyâ, hepimize duâ ediyor kardeşim.

Bütün mesele istikâmetdir

 🌹 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:


Bütün mesele, istikâmetdir kardeşim. Yâni Îmân ve İslâm yolunda yürümekde sebât etmekdir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri rahmetullahi aleyh;

Eşeddül kerâmeti, istikâmetün! buyuruyor.

Ne demek bu?


Yâni en büyük kerâmet, İstikâmetdir. Çünkü istikâmeti buldunuz mu, gerisi kolay. Ama istikâmeti bulamazsan, o zaman çok zor. 

İnşallah o büyüklere olan sevgimiz, muhabbetimiz artar da, alacağımız feyzler çok olur. 


Bir insan harâm ile besleniyorsa, aldığı o haram gıdâ, kalp vâsıtası ile ve kan damarları ile bütün organlara pompalanır. Bütün vücûda kirli kan gider. Böyle insanlara, ibâdet yapmak zor gelir. 


Ama helâl gıdâ ile beslenen mü’minin, bir ârifin kalbi ise, imân ile, Allah sevgisi ile ve din kardeşinin sevgisi ile doludur.


Böyle olan bir kimse zikr etdiği zaman, kalbinde bulunan o feyz ve bereket, kalbin pompalamasıyla bütün vücûda dağılır. 


O nûrun ve o feyzin ulaşdığı her nokta şifâ bulur. İbâdet yapmak kolaylaşır. Binâların kıymeti, içindekilerden nûr yağması ile olur. 


Kibir ve azamet, Allahü teâlâya mahsûsdur. İnsan, neyine güvenip de büyüklenir? Allahü teâlâ; Büyüklenenleri, hiç acımadan cehenneme atacağım! buyuruyor. 


Yâsîn sûresinde; Nü’ammirhü nünekkishü! buyuruyor Allahü teâlâ. Yâni, birine çok ömür verirsem, onu eski çocukluk hâline döndürürüm, buyuruyor. 


Çocukken kuvveti yoktu, büyüdü, Gücü Kuvveti oldu. Yaşlanınca, o kuvveti geri alındı. Sonra da mezarında bir avuç toprak olacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, ortak, yâni *Şerîk* kabûl etmez efendim. İnsanların Allaha karşı *Îmânı* azaldıkça, Cenâb-ı Hakka karşı *Güveni* azalır. Allaha güven azaldıkça da, *Dünyâ* ya güveni artar. 


Bir kimse, *Allah* dan başka neye bel bağlarsa, bu hâl, *Felâket* olarak ona yeter. Çünkü *Allah Sevgisi* nin üzerinde bir *Sevgi* olmaz, aslâ olamaz efendim. 


Şimdi bu odada, *Radyo* dalgaları var mı, yok mu? Muhakkak ki *Var*. Biliyoruz çünkü. Bunu bilmesek, var diyene inanmayız. *Olur mu öyle şey? Hani görmüyorum*, deriz. 


Evet ama, o *Radyo* dalgalarını, o sesleri işitmiyoruz. Neden işitmiyoruz? Çünkü kendi bedenimizde bir *Alıcı* mız yok. Alıcımız olsa, işitiriz. 


İşte, *Evliyâ* nın kalbinden çıkan *Feyz* ler, *Mârifet* ler, *Nûrlar* da, aynen radyo dalgaları gibi, her an, her yere yayılıyor. Fakat alıcımız olmayınca, fâideli olmuyor, *Zâyi* oluyor. 


Bir gün, *Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretleriyle odada oturuyorduk. Bir ara; *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Abdülhakim Efendi hazretleri niçin *Zâyi oldu?* Çünkü kimseyle görüşemiyor, konuşamıyor. Yaydığı *Nûr* ları alan yok. 


Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretlerinin mübârek kalbinden çıkan *Nûr* ları alan olmayınca, *Ben zâyi oldum!* diyor. Nûr yayılıyor, ama *Alan* yok. 


Yâni almaya *Müstaîd* kimse yok. *Kabiliyeti* olan yok. Evliyâların kalbinden çıkan mârifetler, nûrlar her an yayılıyor. Bunları almak için şartlar var. Nedir o şartlar? Evvelâ *Îmân* lâzım. Ama *Doğru Îmân*. 


Ehl-i sünnet üzere bir *Îmân*. Kâfirler; değil evliyâlardan, Peygamberden bile *Nûr* alamadılar. *Ebû Leheb* ler, *Ebû Cehil* ler öyle işte. O *Nûru* alamadılar. 


O mübârek nûr menba’ına, yâni Resûlullah Efendimize, *Büyücü* dediler, *Sihirbâz* dediler, *Yalancı* dediler, *Şâir* dediler. Nasipleri olmadı, alamadılar. 


Evliyâların kalbinden çıkan mârifetleri, nûrları almak için de evvelâ ne lâzım? *Îmân*. Sonra ne lâzım? *Ehl-i sünnet* îtikâdı. Mezhebsizler *Nûr* alamaz. 


Mezhebsizler, meşâyih-ı kirâmdan, evliyâ-yı kirâmdan *Nûr* alamazlar. *Aldık!* derler, hattâ, *Şeyh* olduk, derler. *Şeyhlik* de yaparlar. Fakat hiçbir şeyden haberleri yokdur, *Yalan* söylüyorlar.