Hüseyin Hilmi Işık efendi sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi Işık efendi sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüğü İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleridir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Ehl-i sünnet* âlimlerinin en büyüğü, hattâ *Reîs* leri, *İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe* hazretleridir. İlk kitâbı hâzırlıyan O. İlk kitâbı O meydana getirdi. Ama kendisi yazmadı. 


O söyledi, *Talebe* leri, *Kâtip* leri yazdılar. Biz, o ilk kitâbı, yâni *El kavl* kitâbını basdırdık. Çok *Kalın* bir kitap. Çok istiyorlar onu dünyâdan. 


*Hanefî* olmıyanlar bile hep *Kavl* kitâbını istiyorlar. Çünkü islâmiyeti anlatıyor. Sâdece *Hanefî* mezhebini anlatmıyor ki. 


Onun için, hangi *Mezheb* den olursa olsun, hep *Kavl* kitâbını çok arıyorlar. Elhamdülillah efendim, biz onu da basdırdık. 


Eğer ben *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* ni görmeseydim, *Efendi* hazretlerinden işitmeseydim, Ondan dînimi öğrenmeseydim, bu *Kitaplar* meydana gelmezdi. 


Bu kitaplar, hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin mübârek *Sözleri* nden meydana gelmişdir. 

● ● ● 

En büyük *Günâh*, dîni parayla *Satmak* dır. Yâni *Din* kitâbından *Para* kazanmakdır. Bu kadar *Kitap* basılıyor, satılıyor. Bu *Kitap* hizmetlerinden benim cebime *On* para girmemişdir. 


Hattâ ben, kendi kitaplarımı bile *Para* ile satın alırım. Dînimize âit bir meseleyi *Öğreten* veyâ öğretilmesine *Sebep* olan, yüz *Ömre* sevâbı alır. 


Bir *İslâm Ahlâkı* nın, bir *Namaz Kitâbı* nın içinde, dîne âit yüzlerce *Mesele* var. Bir talebe, *Dînini* öğrenmek için, hattâ dîninden bir *Mesele* öğrenmek için evinden çıksa.


Dînini öğreneceği *Zâtın* evine gidinceye kadar, bu şerefli *Kul* benim üstüme *Bassın* diye, o yola *Melekler* kanatlarını döşerler kardeşim. 


Bu *Sevap*, dînini *Öğrenmek* için giden kişiye verilmekdedir. Ya *Öğretmek* için giderse? Yâni birine bir *Kitap* verirse? Veyâ kitap verilmesine *Sebep* olursa?


Yâni bir kimse, onun *Elinden* dînini öğrenirse, ona verilen *Sevâbı* bir düşünün. Elbette ki öbüründen daha *Çok* sevap alacakdır.


Birine bir *Kitap* vermek veyâ kitap verilmesine *Sebep* olmak o kadar *Sevap* dır ki, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar, bunun için; *Yâ Rabbî, bu kulunu affet!* diye istiğfâr ederler. 


Bizim dînimizin *İki* esâsı vardır. Biri *Öğrenmek*, diğeri *Öğretmek*. Dînimizin en büyük düşmanı *Cehâlet* dir. Onun için nerede *İlim* varsa, *Din* oradadır. 


Nerede *Din* varsa, *İlim* oradadır. İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *İbâdet* dir, çok büyük *Sevap* dır kardeşim.

Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır?

 Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır? Bunun tek ölçüsü var,o da İslamiyet'e hizmet ettiği kadar. Kim dine ne miktarda faideli ise, onun kalbinde iman o derece parlaktır. İmanı güçlü ve kuvvetli olanların ellerine zincir vursalar, ayaklarına zincir vursalar yine durduramazlar, yine bir şeyler yapmaya çalışırlar, en azından söylerler.

(Hüseyin Bin said hazretleri)

İşte Îmân Budur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa o beldeye azab inmez

 Günahların işlendiği bir beldenin üzerine azab-ı ilahi gelir. Eğer orada Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa inmez aşağıya , öylece durur. Şayet İslamiyet'e hizmet durmuşsa, azab-ı ilahi,mutlaka zelzele gibi,sel gibi ceza ile gelir.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten. 


Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.

İnsanların en kıymetlisi kimdir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma sormuşlar, *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. İki kelimeyle cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: 


*Men teallemel ilme ve allemehû*. Yâni, ilim öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de öğretecek. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *Kitap* vermek demek, *Öğretmek* demekdir işte. Peygamber Efendimizin müjdesi bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap* vermekle. Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına yayana. 


Allaha yaklaşmak demek, Allahın *Sevgisi* ne, *Rızâsı* na kavuşmak demekdir, bunu öğrenin kardeşim. Çoğu âlimler bile bunu anlıyamamış.


Allahı, bir mekânda oturuyor zannedip, yanına gitmek sanmışlar. *İbni Teymiyye* de o kadar büyük âlimken, bunu anlıyamamış. 


Büyükler buyuruyorlar ki: *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır*. Yâni hâli ile, tavrı ile, yaşayışı ile anlatılan, ağız ile, söz ile anlatılandan daha *Te’sîrli* dir. *Lisân-ı hâl* derler ona. 

********

Cenâb-ı Hakkın lütfu, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin himmetleri ile, bu *Sarıyer*’deki şu evde oturmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Kırk sene önce, *Abdülhakim Efendi* hazretleriyle şu karşıdaki deniz kenarında berâber otururduk.


O zaman, yâni *Kırk sene* önce, görmüşlerdir, bizim şimdi, şu anda burada oturacağımızı. Ruhlar için zaman yok çünkü. *Zaman*, bu dünyâda var. *Rûh* âlemi nde zaman yokdur. 


Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde *Hazret-i Osmân* ın radıyallahü anh koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân, kaç bin sene sonra *Cennete* gidecek. 


Ama Peygamber Efendimiz, *Mîrac* da gördü Onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar tâ o zaman, kırk sene önce, görmüşlerdir bizim şimdi burada, bu *Balkon* da oturduğumuzu. 

********

İşin esâsı, *Sevgi* dir, *Muhabbet* dir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, onunla berâber haşrolunur*, buyuruyor. 


*Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin yanında dünyâyı unuturdum, yanından ayrılamazdım. Sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyâyı yeniden görüyor gibi olurdum. 


*Ne tatlı günlerdi yâ Rabbî!* Allah, onların sevgisinden ayırmasın bizleri. Zâten onlar, bir insanı severse, o da o zâtı severmiş. *Büyükler* öyle buyuruyor.

Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben subayken, askeriyede yirmi sayfalık bir *Kitap* dağıtdılar. Kitâbın ismi, *Benim Dînim*. Okudum, *Âmentü* nün açıklaması, manzum tarzında yazılmış. 


Hoşuma gitdi, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine getirip gösterdim. *Oku bakalım!* buyurdular. Bir sayfa okudum, biraz durdum. Acabâ sıkılır, yeter der mi, devâm etdirir mi diye. 


Yine *Oku!* buyurdular, bir sayfa daha okuyup durdum. Yine *Oku!* buyurdular. Böylece kitâbın hepsini okutup dinlediler. Merak ettim, ne buyuracak diye. 


Mübârek hepsini dinleyince; *Hepsi doğru, tek kelime yanlış yok. Ama bunu okuyan zehirlenir!* buyurdular. Ben anlıyamadım tabii. Anlamadığımı görünce, îzah ettiler ve tekrar buyurdular ki:


*Çünkü yazarı habîsdir. Satırları arasından habîs rûhunun zulmeti yayılıyor, her satırından zehir akıyor. Bu zehir, kalbi öldürür. Onun için her kitâbı okuma!* buyurdu 

********

*Müslümân* ın yüzü insana ferahlık veriyor. İnsan bir müslümânı gördü mü, rahatlıyor, ferahlıyor. Niçin? Çünkü kalbinde *Îmân* var. Îmânın *Nûru* rahatlatıyor insanı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini ilk gördüğüm zaman onsekiz yaşındaydım. Câmiden çıkarken ne dedi bana biliyor musunuz? Daha ilk görüşte. İlk görüyorum. O da beni ilk görüyor.


Yanıma geldi ve *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için 20 sene, 30 sene, 40 sene hizmet etmek lâzım. *Sevsin* diye, 40 sene hizmet edecek. 


Beni ise, daha ilk görüşte, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü kalpleri okur onlar. *Bizim evimiz yukarda mezarlık içinde, arada bir gel de görüşelim*, dedi. 


Ben de; *Baş üstüne*, dedim. İşte o günden beri Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık, çok şükür. Daha sonra bana yazdığı bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak!* buyurdu. 


Mübâreğin el yazısı. Onu evde saklıyorum. Ondört senedir, yedi sene *İstanbul*’da, yedi sene de *Ankara*’dan gelir ve sohbetiyle şereflenirdim. 


Velhâsıl evliyâ zâtlar, insanların kalbini *Görür* ve içini *Okurlar* efendim. Hattâ *Cevâsîs-ül-kulûb* dur onlar, yâni kalplerin câsuslarıdır, insanın ne düşündüğünü anlarlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç yüz bin dinarlık şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket.


Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Ben bu kitaplara önrümü verdim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben bu kitaplara, ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar okusun, istifâde etsin diye, Rafda dursun diye değil. Hem bu kitaplar, benim değil ki.


*Büyükler* in sözleri. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgiler. Her cümlesi *Pırlanta* gibi bunların, okuyana müjdeler olsun. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Benden sonra din adamları yetmiş üçe ayrılacak, bunların bir tânesi Cennete gidecek, geri kalan yetmiş ikisi Cehenneme gidecek*. 


Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm; Yâ Resûlallah, o bir fırka kimlerdir? Cennete gidecek olan din adamları nasıl olur? diye sordular.


Peygamber Efendimiz; *Onlar, benim ve eshâbımın yolunda olanlardır*, buyurdu. Arabîsi şöyle: *Hüm alâ mâ ene aleyhi ve eshâbî.* Peygamber aleyhisselâmın cevâbı bu. 


Onlara, ehl-i sünnet vel-cemâat denir. *Ehl-i sünnet* demek, Peygamber aleyhisselâmın yolu demek. *Vel-cemâat* demek, eshâb-ı kirâmın yolu demek. 


*Ehl-i sünnet vel-cemâat*, Peygamber aleyhisselâmın yolu ve O’nun eshâbının yolu. İşte bunlar Cennete gidecekler. 


Geri kalan 72 si, bu yoldan sapıtmış, İslâm âlimi geçiniyor. *Bunlar islâm âlimi değildir*, diyor Peygamber Efendimiz. Peki nedir bunlar?


Bunlar, *Lüsûs-u din* dir. Yâni din hırsızlarıdır, îmân hırsızlarıdır. *Bunlar, ümmetimin dînini, îmânlarını çalacaklar!* buyuruyor. 


Onun için esas yol, ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur. Yâni bizim *Kitaplar* dır. Bizim kitaplar çok kıymetlidir. Neden kıymetlidir? Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır. 


Bizim, bir *Satır* bile yazımız yok, onun için kıymetlidir. Bir gün gelecek ki uyanacağız. Ne vakit uyanacağız? Kabre girince. 


*En-nâsü niyâmün. Feizâ mâtû intebehû*. Yâni insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Gaflet uykusundan uyanırlar. 


*En-nâsü niyâmün*. Yâni insanlar uykudadır, gaflettedir. *Hayr* dan  *Şer* den haberleri yok. Ama, *Feizâ mâtû*; ölünce, kabre girince, *İntebehû* uyanacaklar, silkinecekler.


O zaman; *Eyvâh, böyle değilmiş, bizim zannetdiğimiz gibi değilmiş, meğer aldanmışız!* diyecekler, gafletten uyanacaklar. Ama o uyanmanın hiç faydası olmıyacak.

Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?

Allah lafzı şifadır

 Allah lafzı aspirin gibidir. İster inansın ,isterse inanmasın,kim bu Allah kelamını tekrar tekrar söylerse ferahlar. 

(Hüseyin Bin said hazretleri)

Sıkıntıdan kurtulmak için

 Bir kimse çok sıkıntılı, üzüntülü ve telaşlı olduğu zaman tesbihini alıp dört bin kere Allah derse, içinde biriken bütün sıkıntılardan kurtulur.

(Hüseyin Bin said hazretleri)

Dinin aslı

 Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi bin Sâid hazretleri buyurdu ki:


"Dinin aslı 'Ben hocamdan duydum size onu bildiriyorum' şeklinde olanıdır. Onun hocası da diyor ki: 'Ben hocamdan duydum size onu bildiriyorum...'


Bunun kaynağı taa Cenab-ı Peygamber'e kadar gidiyor (aleyhissalatü vesselam) kaynak orası, su oradan çıktı. Oradan dünyaya indirildi, oradan sonra, aynı barajdan suyun gittiği gibi, o kaynaktan dağılan su bize kadar gelmiştir.


Bunu hiç bozmadan, bozdurmadan, içine hiç yabancı madde koymadan koydurmadan ancak ve yalnız Ehl-i sünnet âlimleri getirmişlerdir. Maalesef diğerleri kendilerine göre ilaveler yapmışlardır.


O bakımdan yine Cenab-ı Peygamber buyuruyor ki:

'Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak 72'si cehenneme gidecek' Neden? Kur'an-ı kerime yanlış mana verdikleri için.


Kendi anladıklarını millete bildirdikleri için bunlar cehenneme gidecektir. Bir tanesi kurtulacak; o da kim? 


Resulullah efendimizin 'Bana ve Eshabıma tâbi olanlar' buyurduğu fırka...

İmâm-ı Rabbâni hazretleri rahmetullahi aleyh gibi büyük bir âlim 'Ben bir papağanım! Üstadım ne demişse, ne buyurmuşsa ben onu size söylerim' buyuruyor...

Müdârâ yapmak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini bir sâat görebilmek için, her hafta sonu *Ankara* dan gelirdim. Bir defâsında yine bir *Kış günü*, Ankara dan gelirken asker sevkiyâtı vardı. 


Trende yer bulamadım. Yine iki vagonun arasında, demirlerin üzerinde *Ayakta* geldim. Hattâ parmaklarım *Donup* körüğe yapışmışdı. *Buzdan* kurtaramadım. 


İnsan, sevdiğinin her *Şeyini* sever. Sevdiği için, her *Şeyine* katlanır


Peygamber Efendimiz, bâzı sahâbîlerle bir evde otururken, birden sıkıntı basmış ve; *Sıkılıyorum yâ Ömer* buyurmuş. 


Hazret-i Ömer hemen; *Emret yâ Resûlallah. Ne isterseniz yapalım!* demiş. 


Efendimiz; *Şimdi bir Allah düşmanı gelecek, onu görmek, onunla konuşmak beni sıkıyor. O gelecek diye sıkılıyorum* buyurmuş. 


Biraz sonra kapı çalınıyor, bir kabîle reîsi geliyor. Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, onu *Güzelce* karşılıyor, yanında *Yer* açıyor, oturtuyor, *Tatlı tatlı* konuşuyor. 


Biraz sonra, o adam kalkıp gidiyor. Peygamber Efendimiz, onu *Güler yüzle* selâmetliyor. Hazret-i Ömer soruyor: *Yâ Resûlallah, Allahın düşmanı dediğiniz, bu kişi miydi?* 


Efendimiz buyuruyor ki: *Evet, o idi*. Hazret-i Ömer merak ediyor tabii. Ve soruyor hemen:


Yâ Resûlallah, siz ona dost muâmelesi yapdınız, yer verdiniz, tatlı tatlı, neş’eli konuşdunuz ve güler yüzle selâmetlediniz, biz bunun hikmetine anlıyamadık, diyor. 


Peygamber Efendimiz şöyle îzâh ediyorlar: Bu, bir *Kabîle* reîsidir. Eğer ben onunla iyi geçinirsem, *Dost* muâmelesi yaparsam, o da bana dost muâmelesi yapar.


Müslümânlara da *Dost* muâmelesi yapar. Eğer ben ona sert söyleseydim, yer vermeseydim, kapının dibine oturtsaydım, o zaman bana *Düşman* olurdu. Bana bir şey yapamazdı. 


Ama Müslümân lardan *İntikam* alırdı. Kabîle reîsi çünkü, zengin, îtibârlı biri. Müslümânlara *Eziyet* ederdi. Müslümânlara eziyyet etmesin diye onun kalbini okşadım, buyuruyor. 


Buna, *Müdârâ* denir kardeşim. Kâfirlerle müdârâ yapacağız, çok mühim bu. *Gülerek* ve *Tatlı dille* görüşeceğiz.

Allahın düşmanları sevilmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her müslümâna, Sırat köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 


*Kul hakkı* o kadar mühim ki, bir *Dank* kul hakkı için, âhiretde yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış, kabûl olmuş namâzın *Sevâbı*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *Günâhları* buna yükletilip Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, *Münâkaşa* edemez, *Kavga* edemez, *Kalb* kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *Kâbe* yi, yetmiş defâ *Yıkmak* dan daha büyük günâhdır. 


*Hubbu fillah* ve *Buğdü fillah* yâni Allah için seveceksin, Allah için düşmanlık edeceksin. Kimdir o Allah için düşmanlık edeceğimiz kimseler? *Allah* ın düşmanları. Şimdi zamânımızda çok var. 


Ne demek islâmiyet? Allahü teâlânın *Emrleri* ve *Yasakları*. Allahü teâlânın emretdiği şeyleri yapacağız. Yasak etdiği şeylerden de kaçınacağız. 


İşte budur hubbu fillah, buğd-ü fillah. *Îmân* ın alâmeti budur. Zamânımızda Allahın düşmanları çok var. İslâmiyetle *Alay* ediyorlar. Allahın düşmanları sevilmez efendim. 


Namaz kılmak *Farz* dır. Namaza mâni olanler, Allahın düşmanıdır. Oruç tutmak *Farz* dır. Oruca mâni olan da Allahın düşmanıdır. 


Bunlar sevilmez. Sevmek ve sevmemek *Kalb* ile olur. Muhabbetin yeri *Kalb* dir. 


Kitaplarda; *Evliyâlar, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışlardır* diye yazıyor. Yâni dünyâda, Allahü teâlânın sıfatları ile hareket ederler. 


Onlar da, bu dünyâda dost ile düşmanı ayırmazlar. *Evliyâlar* da, dostlara yapdıkları iyi muâmeleyi, düşmanlara da yaparlar. 


*Ve men yüridillâhe bihî hayren yüfekkıh hü*. Ne demek bu? *Ve men*; bir kimse ki, *Yüridillâhe*; Allahü teâlâ irâde ediyorsa, diliyorsa. 


*Bihî*; o kimse için. *Hayren*; Hayr murâd ediyorsa, yâni Allahü teâlâ, bir kulunu seviyorsa. *Yüfekkıh hü*; onu fıkh âlimi yapar.

Fâideli bilgiler (Mâlûmât-ı Nâfia)

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Abdülhakim Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *El-hamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kullarından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

Lisân-ı hâl,lisân-ı kâlden entakdır

 Hüseyin Hilmi bin Saîd Mübarek Hocamız 

Rahmetullâhi aleyh kuddise sirruh buyurmuşlar ki: 

Yasîn-i şerîfi her Cum’a günü,ölmüşlerimize okuyoruz ya.Yasîn-i şerîfde ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? Vemtâzül yevme eyyühel mücrimûn! Yâni,ey kâfirler, bugün dostlarımdan, müslümânlardan ayrılınız! 

Kâfirler,Eshâb-ı şimâl dir, onlar başka tarafda. Müslümânlar,Eshâb-ı yemîn dir.Bunlar başka tarafda.Orada Müslümânlara Ni’metler var,kâfirlere Azap var. 

Ne büyük Ni’met içindeyiz kardeşim.Çok mes’uduz. Sevinelim,üzülmiyelim, kızmıyalım.Seâdete kavuşan insan kızar mı? Neş’eli dir o.Allahü teâlâ,hizmet edenleri sever.Rabbimiz, müslümânlara hizmet edeni çok sever.Şimdi biz de, Türkiye’de ve bütün dünyâdaki müslümânlara Hizmet ediyoruz.Nasıl mı? Bu kitapları göndermekle. 

Dünyâ larına hizmet etmek kıymetli.Fakat Âhiret lerine hizmet etmek daha kıymetli.Onların Cennete gitmelerine,Küfr den,Cehennem den kurtulmalarına hizmet ediyoruz.Kim ediyor bu hizmeti? Bütün arkadaşlar, hepsi,hepimiz.Bu yolda bir adım atan,meselâ kitâbı alıp da cildciye götüren,bu sevâba kavuşur.Yeter ki Allah için yapsın. Rabbimize hamdolsun, elhamdülillah,bizde çalışan yüzlerce arkadaşımız,hepsi Allah için çalışıyor.Hepsi bu sevâba kavuşacak inşallah.Kıyâmetde karşımıza çıkacak bu hizmetler.Ne büyük Ni’met içindeyiz.Allahın yolunu yaymak büyük ni’metdir. Bunun devâm etmesi için bu ni’mete şükretmek lâzım. Şükretmek,yerinde kullanmak demekdir.Yerinde kullanmanın da birinci şartı, Fitne den sakınacağız. Velâ tülkû bi-eydiyeküm ilet-tehlüke.Yâni kendinizi fitneye sokmayınız, buyuruluyor.Peki,fitne ne demek? Fitne,müslümânları zarara uğratmak,onlara zarar getirmekdir.Fitnenin de çeşitli sebepleri var. Birinci sebep,müslümânların birbirlerine olan Sevgisi nin azalmasıdır.Fitne çıkmaması için, birbirlerimizi çok seveceğiz. Sevgimizi de ona bildireceğiz.Bir kimse birini severse,sevgisini ona bildirsin! buyuruluyor. Sevgisini ona bildirsin ne demek? Yâni,sevginin şartlarını yerine getirsin de, o da onun sevdiğini anlasın. Ben seni seviyorum,demeye, Lisân-ı kâl denir.Kâl,söz demekdir.Ama sevginin şartlarını yapsın,yerine getirsin demek,Lisân-ı hâl dir.Yâni hâlimizle,tavrımızla sevdiğimizi bildireceğiz. Lisân-ı hâl,lisân-ı kâlden entakdır diyor âlimler.

Ben zâyi oldum

Abdülhakîm Efendi bir gün Bâyezîd Câmi'inde va'z veriyor mübarek. Kürsüde, kelâm-ı ilâhîyi tefsîr ediyor. Neler, neler anlatıyor mübarek. Efendim, Allahü teâlânın nûru, ma'rifeti her an evliyâların kalbinden yayılıyor. Anlatdık ya, söylemeseler dahî, onların sükûtları ni'metdir. Fekat iş onu alabilmekde. Şimdi bu odada radyo dalgaları var mı, yok mu? Muhakkak var biliyoruz. Bilmesek var diyene inanmayız. Görmüyorum deriz, ama bildiğimiz için inanıyoruz. İşitmiyoruz, çünki alıcımız yok. Evliyâların kalbinden çıkan ma'rifetler, nûrlar da öyle, her an yayılıyor. Fekat alıcı olmayınca maalesef fâideli olmuyor. Zâyi' oluyor. Abdülhakîm Efendi de böyle, *"Ben zâyi' oldum"* buyururdu. Kimseyle görüşemiyor, konuşamıyor. Yaydığı nûrları alan yok. Abdülhakîm Efendi'nin mübarek kalbinden çıkan nûrları alan olmayınca, *"Ben zâyi' oldum"* buyuruyor.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

Feyiz almanın şartları

Nûr yaymak çok güç. Güç ama elhamdülillah mevcûd. Mevcûd, fekat müsâid olup da alan yok, kâbiliyyeti olan yok. O nûru, o feyzi almanın şartları var. Nedir o şartlar? Evvelâ îmân. Kâfirler, değil evliyâlardan, peygamberden bile alamadı. Ebû Lehebler, Ebû Cehller alamadı. Halbuki Sevgili Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" mübarek kalbi, nûr dolu bir menba' idi. Nûr menbâ'ı! Büyücü dediler, sihrbâz dediler, yalancı dediler, şâir dediler. Nasîbleri olmadı, almadılar. Onun için evvelâ, o nûrları almak için ne lâzım? *Birincisi, îmân.* Sonra ne lâzım? *İkincisi, Ehl-i sünnet i'tikâdı.* Mezhebsizler alamaz. Mezhebsizler meşâyıh-ı kirâmdan, evliyâ-yı kirâmdan nûr alamazlar. Aldık derler, hatta şeyh olduk derler. Şeyhlik de yaparlar. Fekat hiçbir şeyden haberleri yokdur. Yalan, yalan söylüyorlar. Nerden anlıyoruz yalan söylediklerini? Konuşmalarından, yazdığı kitablarından anlıyoruz. İ'tikadları bozuk. Ya kitâbları, ya sözleri Ehl-i sünnet olmadığını gösteriyor.


O nûrları almanın *üçüncü şartı, harâm işlememek.* İçki içmiyecek. Faiz yemiyecek. Bunlar meşhûr olan şartlar. Daha çok şart var. Bugün Cum'a nemâzı için Alaca Hasen Mescidine gitmişdim. Hoca hutbede hep faiz alıp vermekden bahsetdi. Hoşuma gitdi. Yalnız, hutbe uzun sürdü. Doğru değil tabî, hutbeyi uzatmak mekrûhdur. Kısa kesmek sünnetdir. Demek oluyor ki, harâm işlemiyecek. Dedikodu yapmıyacak. Farzları yaparken kusûr etmiyecek. En birinci farz nedir? Nemâz. Nemâzı terk etmiyecek. Nemâzı terk eden kimse, evliyânın kalbinden feyz alamaz. Nûrları alamaz. O'nun kalb makinesi bozukdur çünki. Nasıl radyosu, televizyonu bozuk olan, radyo dalgalarını, sesleri, resmleri alamazsa, kalbi bozuk olan da, nurları, feyzleri alamaz. En mühim şartlar bunlar kardeşim.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Abdülhakim Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Efendi hazretlerini tanımayanlara biz acırdık kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Abdülhakim Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.