Namazdan sonra Tekabbelallah demeyin! Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun! Bunun yerine Bârekellah yani Allahu Teala mübarek etsin deyin.
(Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruhu")
Namazdan sonra Tekabbelallah demeyin! Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun! Bunun yerine Bârekellah yani Allahu Teala mübarek etsin deyin.
(Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruhu")
Helal lokma o vücuda Hakkın muhabbetinin meyvelerini zuhur ettirir.Temiz kalbden zuhur eden bu huccet semeresini vücudun uzuvlarında, sinirlerinde gösterir.İbadet ve taat de bu meyvelerdir.Karanlık bir kalbden dahi vücûdun uzuvlarına ve sinirlerine zulmet yayılarak inâd ve Allahu Teala’nın emirlerine karşı gelmek ve çeşit çeşit habislikler zuhur eder.
Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu
Evliyayı kiramdan Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün İslamiyet’i yaşamayan, namaz kılmayan, fakat büyükleri seven bir kimse geldi.
Adamcağız sohbet esnasında;
- Efendim, ben Allah’ı çok seviyorum, diye arzetti.
Mübarek zat sordu:
- Namaz kılıyor musun peki?
- Hayır efendim.
- Öyleyse Allah’ı sevmiyorsun demektir.
Adam şaşırdı:
- Seviyorum efendim. Allah hiç sevilmez mi?
Buyurdu ki:
- Sevmenin şartı, itaattir kardeşim. Söz dinlemektir yani. Seven, sevdiğine itaat eder. Seven, sevdiğinin emrini yapar. Sen Allah’ı sevseydin, Onun emrine itaat ederdin.
Adam düşünceye daldı.
Ve sessizce mırıldandı:
- Bugünden itibaren namaza başlıyorum efendim. Allah sizden razı olsun.
Anne babanın vazifesi
Bir gün de nasihat istediler bu mübarek zattan.
Cevabında;
- Çocuklarınıza her şeyden önce İslamiyet’i öğretin. Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatın ve Onu sevdirin, buyurdu.
Ve ekledi:
- Bir anne ve baba, eğer evlatlarına İslamiyet’i öğretmiyor, Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatmıyor, Onu sevdirmiyorsa, onların en baş düşmanıdır.
Şaşırdılar:
- Çocuklarının mı düşmanıdır efendim?
- Evet. Çocuklarını nefsi için seven anne ve baba, çocuklarının en büyük düşmanıdır. Çünkü onların Cehenneme gitmesine sebep oluyor.
Ve daha açıkladı:
- Çocuğunu seven, onu ateşte yanmaktan kurtarmak için çırpınır. Bu da, ona İslamiyet’i öğretmekle, ibadetlere, namaza alıştırmakla mümkündür ancak.
Efendim; mektûb-i âlînizin başlarında “kâmil îmân” bahsi vardır. Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Zîrâ îmân, ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Îmân, mâhiyyet i'tibarıyla ne artar ve ne de eksilir. Artması ve kâmil olması, îmânın inkişafı ve parlaklığı, cilâlanması itibarıyladır. Îmân, Server-i Âlem'in "sallallahü aleyhi ve sellem" rasûllüğü ve nebîliği i'tibârıyla getirdiği akîdeleri akla, hikmete ve felsefeye havâle ve ihåle etmeksizin, bunlarla mukâyese etmeksizin îkân, i'tikâd ve tasdik etmekle hâsıl olur. Akla uygun olmak i'tibarıyla tasdik ve îkân ederse, aklı tasdîk etmiş olur. O zemân peygamberliğe tâm i tikâd hâsıl olmaz. Tâm i'tikâd hâsıl olmayınca, îmânın mâhiyyeti tecezzî, parçalara ayrılmak kâbûl etmediğinden dolayı îmân olmaz. Belki akl, Rasûl'ün tebliğine muvâfık olursa, kâmil akl ve selîm akl olur. Ya'nî, aklın kemâli istifade eder. İ'tikâdî mes'eleler hükmüne havâle olunup hikmet kabûl ederse, tasdik eder; kabûl etmezse veyâhûd tereddüdde bulunursa, o zemân hakîmine îmân etmiş olur; Rasûl'e tâm i'tikâd ile i'tikâd etmemiş olur ki, bu takdirde îmân olmaz. Zîrâ îmân, zâtında parçalanamaz, bölünemez, ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.
Dînî meseleler felsefe ile müvâzene edilirse, ölçülürse yine bir filozof tasdîk edilmiş olur. Bu da, Rasûl'e tâm i'timâd edilmemesi demektir. Hasılı îmân, Rasûl-i Ekrem'in "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" Allâhü Teâlâ dan rasûllük ve nebîlik itibarıyla kulların hepsine getirdiği, tebliğ ettiği hükmlerin hepsine topyekûn i'timâd ve i'tikâd etmekle hâsıl olur. Bu hükmlerin ve akîdelerin birisinde dahî tereddüd ve birisinin dahî inkârı var ise, mü'min olmaz. Zîrâ hükmde Rasûlü tasdîk veyâhûd i'timâd etmemekle Rasûl'ü doğru söylememekle ithâm etmiş olur ki, bu da noksanlıktır. Noksânlık ise, nebîliğe ve rasûllüğe aykırıdır. Dînde müttefekun aleyh olan meselelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyyetle böyle oluyor; bu mes'elede "Allâhü Teâlâ'nın ve Allâhü Teâlâ'nın Rasûlü'nün "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" murâdı nasıl ise, öylece îmân, îkân ve i timâd ettim!" der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı acele olarak arar. İlminde ve dînde vüsûk, sağlam ve tâm i'timâd sâhibi, zekî, yüksek anlayışlı, ârif, müttekî, vukûfiyyeti derîn, müşkilleri hall etmeye muktedir bir zât bulur; sorar. Aldığı cevaba kalbi mutma in olunca, artık öyle îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak, farzdır. Tesadüfe bırakmaz. Çok acele, hemen arar. Bulamadıysa veya bulup da mutma'in edilemediyse, Allâhü Teâlâ'nın ve Rasûlü'nün irâde ettiği gibi inanır. Müşkilinin halli için Hakk Teâlâ'ya tezarru ile istirhâm eder. Bundan ötürü, her yerde böyle müşkil mes'eleleri hall etmeye muktedir bir kimsenin bulundurulması, farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin i'tirazlarını, felsefe fenninin kâ'idelerine göre hall etmeye muktedir, hakîmlerin i'tirazlarını da hikmet kâ'idelerine göre hall etmeye kâdir, bâtıl dînlerin i'tirazlarını o bâtıl dînlerin bâtıllığını isbâta muktedir; Mu'tezile'nin ve Râfızîler'in i'tirazlarını, onların itirazları kâ'idelerini bilerek cevab vermeye kâdir, selâhıyyetli, dünyâ ta'rîhine vakıf, riyazî ilmlerde mâhir, İslâm ilmlerinin hepsinde derîn ilmi, vukûfiyyeti olan kamil bir kimse bulundurmak lazımdır. Böyle olmazsa dîn, i'tirâz sahiblerinin elinde oyuncak olur. Bunlar istedikleri gibi te'vil ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletden,sapıklıktan kurtaramazlar.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")
Biz,elhamdülillah, ehl-i sünnet gemisini batmaktan kurtardık; Hüseyin Hilmî Efendi de bunu dünyânın her yerinde dolaştıracaktır.
(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi "kuddise Sirruh" hazretleri)
Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak benim vazîfemi yürütecektir. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun ona itâat ediniz.Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir.Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir. "Cenâb-ı Hak sizi (Seyyid Abdülhakîm Efendiyi) muhâfaza edecektir.
(Seyyid Fehim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)
Abdülhakîm Arvâsî (1860 - 1943)
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.
Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.
Haramlardan korkan zahiddir. Şüpheliden korkan ise velidir.
Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim.
Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.
En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.
Allahü Teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!
Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.
Kur'an-ı Kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.
Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü Teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatada ısrar etmektir..
Kur'an-ı Kerim'den ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır.
Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır.
Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Allahü Teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.
Allahü Teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Allahü Teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü Teâlâ'nın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü Teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.
Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.
Temiz ve yeni elbise giyiniz.
Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.
Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır.
Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.
İslam dini, Allahü Teâlâ'nın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır.
İslam dini ;Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez,
İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.
Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur.
Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
İslam ilimleri.ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.
Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir.
Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir.
Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir.
İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.
İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir.
İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür.
Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.
Hak Teâlâ'nın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır.
neler.
Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü Teâlâ'nın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.
Bɑhçıvɑn, bir gül için bin dikene su verir.
Allame,hazreti şeyh Seyyid Fehim Arvasi hazretleri, çocuk Abdülhakim’e ismini sorar fakat aldığı cevap umulmadıktır:
-Sana ne!!
Yıllar sonra Abdülhakim Arvasi hazretlerinin icazeti yazılırken mürşidi Seyyid Fehim Arvasi hazretleri şöyle der:
-Molla Abdülhakim. İşte bana bu!
Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:
“Mecâr-ı umûru (işlerin olmasını) Cenâb-ı Hakk’a tevzîf ediniz (ısmarlayınız, bırakınız). Hakk’dan gayri bir şeyi maksûd bilmeyiniz. Zirâ dünya ve âhiret bu sûretle ma’mur olur. İsterse dünya ve âhiret mamur olmasın. Zirâ ki, kuluz. Bu itibarla, ubûdiyyetin (kulluğun) gereği budur. Îfâya mecburuz. Hakk sübhânehu ve teâlâ ile alış-veriş makamında değiliz.”
(Son Halkalar I, sh 459-460)
Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:
“Hakîkat, şerîattan ibârettir.”
(Son Halkalar I, sh 456)
Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular;
“Meşâyıh-ı Nakşibendiyyenin mesleki (Nakşibendî büyüklerinin yolu) tarîk-i Nübüvvetle vusûldür (Nübüvvet yolu ile kavuşucu/kavuşturucudur).”
(Son Halkalar I, sh 454)
Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri buyurdular ki;
“Adl; kendi mülkünde tasarruf, zulm; gayrin mülk ve mal ve ihtisasına tecavüzdür.”
(Son Halkalar I, sh 444)
...
Efendi hazretlerinin bu izahından anlaşılıyor ki;
Mâlikü’l-mülk ve hâliku’l-mükevvinât olan Allahu teala için “adâlet” fiilinin gayrisi söylenemez, tasavvur dahi edilemez.
Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:
“Akıl, bir kuvve-i derrâkedir (anlayış kuvvetidir). Hakkı bâtıldan fark ve temyîz (ayırmak) için halk olunmuştur (yaratılmıştır). Hakkı bâtıla iltibâs (karıştırma) isti’dâdında bulunan ins ve cin ve melâikede halk olunmuştur.
Zât-ı Bârî’de (Allahu teala için) ve Zât-ı Bârî’ye tealluk eden mesâilde (meselelerde, işlerde) hakkı batıl ile iltibas (karıştırma) istidâdı olmadığından, o nev’i mesâilde başlıbaşına medâr-ı ihticâc (delile esas) olmaz.
Umûr-ı ibâdda (kulların işlerinde) iltibâs istidâdı olduğundan mesâil-i ubûdiyyette sahîh olur.
Umûr-ı rubûbiyyette iltibâs istidâdı olmadığından, o mesâilde akıl mütemeşşi değildir (yürüyemez).
Rubûbiyyet, vahdet-i mutlakadır (her iş ve halde tek ve benzersiz olmaktır). Orada temyîz ve temyîze mecal yoktur (güç yetmez). Öyle ise aklın cevlângâhı (dolaşacağı yer) değildir.
Bir de, akıl âlet-i kıyâs (ölçü âleti) olup, ma’rifetullahda kıyâs merdûddur (redd olunmuşdur).”
(Son Halkalar I, sh 445)
Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular ki;
“(Tam) akl-ı selîm hiç yanılmaz, hiç hata etmez. Mûcib-i nedâmet (pişmanlığı gerektirecek) hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Hep doğru ve savab ve akibeti iyi işlerde bulunur. Doğru düşünür, doğru yolu bulur.
Bu nev’i akıl, ancak enbiyâ-i izâm aleyhisselâmda bulunur. Her teşebbüs buyurdukları işlerde muvaffak olmuşlardır. Mûcib-i nedâmet ve hasaret hiçbir şeyde bulunmamışlardır. Bu akıllara karîb (yakın), Eshâb-ı kirâm, Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’în ve alâ merâtibihim (derecelerine göre) eimme-i dîn (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmîn) akıllarıdır. Bunların akılları ahkâm-ı ilâhîye karîb (yakın) akıllardır. Onun için bunların zamanında âlem-i İslâmiyyet tevessü’ ediyordu (genişliyordu). Ahvâl-i âleme vâkıf olanlar, bunu ziyâdesi ile tasdîk etmeğe mecbur olurlar.”
(Son Halkalar I, sh 446-447)
Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh), aklın izâhı meyanında devamla buyurdular:
“Ukûl-i sakîme (kusurlu akıllar); bunların (akl-ı selîmin) aksi ve nâkîz-i (tersi) olan şeylerdir. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde ekseriya yanlış düşünürler, yanlış yaparlar. Mûcib-i melâlet ve melâmet ve hasaret ve nedâmet (üzüntüye, ayıplanmağa, ziyana ve pişmanlığa sebeb olur). Telehhüf ve tessüfleri (üzüntü ve esefleri) artar.
Mü’minin dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirin dahi dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı dînî aklından kâmildir (üstün, fazladır). Bu dahi, dâimi ve müstemîr (devamlı) değildir.”
(Son Halkalar I, sh 447)
Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri, bir suale dair yazdıkları cevâbda buyurdular ki;
“Îmân hasıl olunca, zâten kâmildir. Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur. Zâid (ziyâdelik) ve kâmil olması, inkişâf ve incilâ (parlaklık) itibâriyledir.”
(Son Halkalar I, sh 449)
Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:
“Servet-i Âlem’in (sallallahu teala aleyhi ve sellem) risâlet ve nübüvvet itibariyle getirdiği akâidi, akla ve hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin, îkan )yakîn) ve tasdîk etmekle hâsıl olur. Veyâhud Resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur. Akla uygun olmak itibariyle tasdîk ve îlan ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimâd-ı tâmm hasış olmaz. İtimâd-ı tâmm hasıl olmayınca, mâhiyet-i îmân tecezzî (bölünme) kabul etmediğinden dolayı îman olmaz. Belki (muhakkak ki) Resûlün tebliğine muvâfık olursa (uygun olursa), akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur. Ya’nî kemâl-i istifâde olur.”
(Son Halkalar I, sh 449)
...
“Mesâil-i i’tikâdiyye hikmete havâle olunup, hikmet kabul ederse tasdîk eder, kabul etmezse ve yahud tereddüdde bulunursa, ol vakit hakîme îman etmiş olur. Resûle tam îmân etmemiş olur ki, bu takdirde îmân; değil yalnız kâmil olmak, îmân olmaz. Zîra îmân parçalanmaz, bölünmez, ziyâdelik ve noksanlık (artma azalma) kabul etmez.
Dînî meseleler felsefe ile muvâzene (dartılırsa, ölçülürse) yine bir filozofu tasdîk etmiş olur. Resûle tam irimâd etmemiş demektir.
Dînde müttefikun aleyh (üzerinde birlik ve icma) olan mes’elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor, bu mes’elede murâd-ı ilâhî ve murâd-ı Resûlullah’ı (sallallahu teala aleyhi ve sellem) nasıl ise, öylece îmân ve îkân ve i’timâd ettim der ve şüphesini izâle edecek bir zâtı fevren (acele olarak) arar. İlminde ve dînde vusûk (sağlam) ve tamm itimâd sahibi, zekî, fatîn (anlayışlı), ârif, müttakî, vâkıf (vukufu çok) müşkülâtı halle muktedir bir zatı bulur, sorar. Aldığı cevaba itminân hasıl olunca, artık öylece îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Bulamadı ise, veyâhud bulup da tatmîn edilmedi ise, Allahu tealanın ve Resûlünün irade ettiği gibi inanır.
Buna binâendir ki, her yerde böyle müşkülü halle muktedir (çözebilen) bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.
Böyle olmaz ise dîn, mu’terizlerin (itiraz sahiblerinin) elinde oyuncak olur. Diledikleri vecihle (şekilde) te’vîl ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.”
(Son Halkalar I, sh 449-450)
Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular:
“Hallâk-i hakîkî (Allahu teala), halk ettiği ve edeceği şeyleri bilir.
Kâinâtın vücûdu (varlığı) a’yânda (zâhirde) yok iken, Hakk tealanın ilminde var idi. Ya’ni kâinatın iki nev’i vücûdu vardır. Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teala aleyh) şöyle izah ediyor:
Bir mühendis, yapacağı bir binanın sûretini, ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm ede (çizer). Sonra zihnindeki bu resmi bir sâhifeye çizer ve bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahifede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harita (plan) gibi yaparlar, vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden, binânın ilmdeki vücûdudur (varlığıdır). Buna, hayâlî vücûd, ilmî vücûd derler. Binânın hâricte yapılan ve kereste, taş ve topraktan ibâret olan vücûdu, hâricî vücıd, aynî vücuddur. Sûrî vücûddur. Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi, mühendisin binâya olan (takdir ettiği) kaderidir.
Kader; ezel-i azâlde (ezellerin ezelinde), ileride vâki’ olacak vâkı’âlara (işlere, olaylara) olacağı gibi ilm-i ilâhînin (Allahu tealanın ilminin teâllukundan (Allahu tealanın ilmiyle bilmesinden, ilminin bağlanmasından) ibârettir.
Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri (onların öyle yapacaklarını) bilmiş de halk etmiş, işte bu ilim kaderdir.
Mâdem ki (Allahu teala) hâlıktır, mahlûkata elbette âlimdir. İşte bu ilim kaderden ibârettir.
Ehl-i sünnet vel-cemâat, kadere îmân etmiş ve kadere îmânı erkân-ı îmândan (îmânın esaslarından) add eylemiştir. Yani kadere îmân etmez ise, mü’min değildir, dediler. Kaderin hayrı ve şerri, tatlısı ve acısı Allahu tealadandır. Zira kader, bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs (yapmak ve yaratmak) demektir.
(Son Halkalar I, sh 451)
Hakîkat erbâbından olmıyan nemâz kılana Kâ’benin sûretine teveccüh etmesi gerekdir. Onun sûretine teveccüh ve telebbüs eylemek ona ganîmetdir.
Kâ’benin sûretine taş ve toprakdır, demişlerdir. Bu böyle değildir. Zîrâ, eğer taş ve toprak ve çatı ve dıvarları ortada olmasa dahî Kâ’be, Kâ’bedir. Mahlûkata secdegâh olması iledir. Belki Kâ’benin sûreti, bir ma’nâdır ki akllar onu anlamakda âcizdirler. Akllar onun sûretini anlamakda âciz olduklarına göre, onun ötesinde olan Kâ’benin hakîkatine nasıl kavuşurlar. Kâ’beye teveccüh budur ki, Kâ’beye doğru nemâz edâ edeler. Ve bu teveccühü anlamak ve Kâ’beyi tehayyül ma’lûm değildir. Hemân bu teveccüh cihetiyle dahî, Kâ’benin berekâtından feyzlenirler ve hakîkatinden nasîblenirler. Zuhûr eden hâller asîl olup, nemâzın gayrisindeki hâller üzerine meziyyeti vardır.
(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Nemâz Risâlesi'nden iktibas edilmiştir.)